15 Aralık 2010 Çarşamba

aylardan hüzün mevsimi...

çayın demine karışmıştık seninle;
bir kaşık karıştırdı ikimizi..

sen bir yana,
ben bir yana,
dağıldık..

seninle aynı bardak içinde
AYRILDIK...

10 Aralık 2010 Cuma

otostop...

toros dağlarının bir ağaç gibi dallarını uzatıp eriştiği bir şehrin unutulmuş ilçesinde daha da unutulmuş üniversite öğrencileriydik hepimiz.. lise de abazanlığının doruklarına tırmanmış ve üniversite de ciks ortamlara dalma hayaliyle kavrulan ergen gerileriydik.. ama o ortamları kılığı kıyafetiyle, konuşmasıyla ve de kuvvetle muhtemel sıktığı kolpalarla ortam piçlerine çoktan kaptırmıştık.. artık tek yapmamız gereken kenetlenmek; kendi ortamımızı kurmak; abazanlardan kurulmuş olsa da içinde bulunduğumuz durumdan zevk çıkarmaktı.. nasreddin hoca kökenli o yavşak arkadaş sandığımız şerefsizler bi ağaç dibine oturmuş etrafına çember kurmuş kızlara heredot cevdet misali hikayeler eşliğinde paso yalanlar sıkıyordu.. bizde onları umarsamayan poppili insanlar gibi uzun eşşek kısa sıpa orta boy sığırcık oyunlarını oynayarak günümüzü gün ediyorduk..

böyle sıkıcı olduğunu hemfikirlediğimiz tam yedi (rakamla 7) beyni alınmış öküz olan bizler okulun giriş kapısına amors durmuş ne yapıcaz olm derdindeydik.. millet karı kızı kafalamış tahminen altıyüz bilemedin yediyüz metre rakıma sahip tepedeki kaleye çıkıyordu.. amaç her yanı dökülmüş skindirik kaleyi görmek değildi tabi.. piknik ayağına yavşayacaklardı kızlara.. biz gitmedik.. hayvan gibi abazanız ama kendimizi öyle bi ağırdan satıyoruz öyle de bir şartlamışız ki gören bizi entellektüel bi grup sanır.. ama birazdan yapacaklarımızı anlatınca bizden tiksineceğinize, malmısınız olm siz diyeceğinize de adım gibi eminim.. hâlâ kimin sorduğunu kimin de hadi lan yapalım dediğini hatırlamadığım olaya doğru adım adım sürükleniyorduk.. ve birisi sessizliği yırtarcasına sordu:

-olm otostop çekelim mi lan?
-çekelim çekelim de nereye gidicez?
-nereye kadar gidebilirsek amk..
-tamam lan hadi gidelim.. skmişim ortamlarını zaten..
-tamam nereye gidiyoruz?
-aga mut'a gidelim mi lan?
-gidelim mut'lu olalım.. ehehehehehe

bu salak konuşma bunun gibi anlamsız bir sürü gereksiz cümle ve kelimelerle devam etti durdu.. kimin sorduğu kimin kabul ettiği hâlâ büyük bir muamma olarak kalsada herkeste eşşekler gibi hatırlar bu mevzuyu.. tarihe geçecek bu yedi (rakamla 7) salağı da ölümsüzleştirmek isterim burda.. kimler mi vardı peki.. kafadan tabiki ben.. o zamanlar üniversitede kankam olan urfalı mı antepli mi olduğunu kendisinin de bilmediği birecik'li şevket.. aramızda psycho ismini taktığımız manyaklığın doruklarını zorlayan mersinli kenan.. aslen artvinli ama bursa'nın ufak tefek taşlarını yalayıp yutmuş mesut.. okulda efsaneye dönüşen laz zekasıyla bizi kendimizden geçiren c-what.. üst sınıftan ama yanımızdan hiç ayrılmayan hakan.. ve hatırlayamadığım ama kuvvetle muhtemel olmasını düşündürdüğüm zonguldak'lı asım..

evet otostop çekicektik ama yolun büyük kısmını mal mal yürüyerek geçirmek de söz konusuydu.. geri dönmeyeceğimize yeminler içtik dönenin annesini övgü sözleriyle yücelttikten sonra yola koyulduk.. görünüşte doksan kilometre olan mesafe hiçte sanıldığı gibi bir yol değildi.. resmen il değiştirecektik.. hepimiz durumun bilincindeydik.. yaklaşık beş dakika yürüdükten sonra ilk kurbanımız olan araba yanaştı.. el ettik insanca durdu.. abi nereye gidiyosanız bokunuzu yiyim bizi de götürün dedik.. olm kalabalıksınız anca iki kişi alabiliriz dedi.. iki tane yavşak koşarak atladı arabaya.. sizde arkadan gelirsiniz diyerek de gayet lakayıtça cevaplarla uzaklaştı şereften yoksun insan müsveddeleri.. neyse peşine bi araba daha.. iki kişi de ona bindi.. bi araba daha derken üst sınıftan kurnaz olacağını düşündüğümüz hakan'ın malak gibi bi başına kaldığını gördük.. güldük mala bak lan bi de bizden eski olacak dedik ama adamı biraz fazla hafife almışız.. on dakika sonra bi motor arkasında mola yerine o da ulaştı.. anlıyacağınız bindiğimiz tüm arabalar bizi bi noktaya kadar getirmiş, oraya giden hiç kimse geri dönmedi buraya kadar gelebiliriz korku filmini yaşattılar bize.. bizde biraz yürüyelim amk ne güzel sağı solu keseriz dedik.. tabi istanbul çocuğuyuz ya manzara görücez.. beynime tükürdüğüm benden çıkmıştı bu fikir.. o salaklar da nasıl olsa istanbul çocuğu vardır bi bildiği diyerek kabul ettiler.. ulan ne kabul ediyosunuz daltaraklar.. diyinsene oraaaan safinyomusun her taraf orman her taraf dağ, taş, toprak.. ne bok yicez.. ama yok sazanus dardanalyüs gibi zıpladı hepsi.. biz bu şekilde yaklaşık on beş kilometre kadar yürüdük.. bi toz bulutu yükseldi.. aha diye sevindik.. bi baktık bi kamyon.. ulan dedik kamyoncular adamdır.. halden anlarlar felan.. durdurduk o da durdu tabi..

-hayırdır gençler nereye?
-abi mut'a gidiyoruz bizi de atsana..!
-kalabalıksınız olm.. en fazla iki kişi dedi..
-(içimden) hay aq nedir bu iki kişi sevdası..
-abi kasaya atlarız biz de hee ebemiz züküldü saatlerdir yürüyoruz..
-olmaz kasa kömür dolu gelmiyosanız ben gidiyorum..

dedi kahkaha atarak.. ne gülüyosun tipsiz şebelek diyemedik tabi adamda levyedir, lokma takımıdır vesair bi sürü yaralayıcı darp cihazı olabilirdi.. daha önce küfürleşmenin ötesine gitmediğim adamlarla da kavgaya giremezdim.. satabilirlerdi beni.. zaten kavga edecek olan potansiyeldeki bi kaç arkadaşla beni bi sağlam döverdi adam diye düşündükten sonra adamın gidişini izledik.. ancak c-what şerefsizi koşarak arabanın arkasına takıldı bunu gören üst sınıf hakan da atladı derken bi bok varmış gibi bende takıldım.. üç kişi sığırlamasına kamyon arkasına takılmış diğer arkadaşlarımızı umursamazca yola düştük.. arkadan küfürleri duyamayana kadar uzaklaşınca olm dedim adamlardan çok da uzaklaşmayalım ilerde bi yerde araç yavaşlayınca atlayalım.. on beş yirmi dakika
kadar o şerefsiz şöför sanki arkada olduğumuzu biliyormuşta düşürmek için çabalıyormuş gibi hızlandıkça hızlandı.. en sonunda bi rampa gibi bi yere gelince yavaşlamak zorunda kaldı.. önce c-what sonra ben atletizimci edasıyla atlayıp şekiller yaptık.. aha bi de ne görelim hakan dallaması hâlâ arabanın arkasında.. atlasana lan nereye gidiyon diye bağırmalarımızdan sonra bu kendini tecavüze uğramak üzere olan bi insan gibi kamyon kasasından aşşağı attı.. zaten hafif kilolu olan birisi hafiften hızlanmış bi arabadan atlasa ne olur? tabiki ivmeyle yalpalar bi kaç adım kendini dengelemeye çabalar sonra da o kiloların etkisiyle düşer.. hakan da bizi hiç yanıltmadı ama bi düşüşü var çenesinin üzerine anlatamam.. resmen süzüldü hatta bildiğin tüm fizik kurallarını yerle yeksan edercesine uçtu.. adamın ağzı burnu kanıyo ama ben yere yatmış gülüyorum o derece.. hakan yarı ağlamaklı bi şekilde kanayan yerlerini tutup bize küfürler ediyordu.. bizde cebimizde kullanılmış sümüklü kağıt mendillerle pansuman yapıyorduk.. bi an aklıma öyle ormanda mal gibi mahsur kalmış insan belgeseli seyrettiğim geldi.. gittim ottur yapraktır bitkidir ne varsa topladım bastım suratına.. yediğimiz küfürle kaldık tabi bi boka yaramadı.. iyi de aq televizyonda adam ne biçim yapıyodu işte.. neymiş bu o bitki değilmişmiş.. ulan bitki işte ne ayrım yapıyosun göt.. neyse böle böle biz oturduk kaderimize küsüp başımıza gelecekleri düşünmeye koyulduk.. sonra bi araba sesi duyuldu ama motoru çok güçlüydü.. bi baktık otobüs.. el ettik abi dedik parası neyse verelim bizi de al.. adam tamam atlayın dedi.. arka kapıdan yolcuları işkillendirmeden bindik.. bi de ne görelim bizim grubun geriye kalan yavşak takımı otobüsün en arka koltuğuna yayılmış bize gülüyorlar.. hemen mevzuyu bunlara anlatıp tüm dalga mevzusunu hakan'a yıkıp kendimizi sıyırmıştım bu işten.. neyse sonunda yolun yarısına yakınını yürüyerek bi kısmını otostopla bi kısmını da otobüsle kat edip mut'a vardık.. artık mersin il sınırları içindeydik..

gidicek hiçbir yerimiz yoktu.. hiç kimseyi de tanımıyorduk.. hava zaten kararmıştı.. şevket karayolları müdürlüğüne gidelim dedi.. misafirhanesi vardır gece orda kalır sabahta bi araç bulur dönerizi de ekledi cümlesine.. düştük çoban peşindeki koyun sürüsü gibi şevketin ardına.. sora sora bağdat bulunurmuş ya biz karayolları müdürlüğünü bulduk.. adam bize baktı en fazla dört kişilik yerimiz var dedi.. almadı şerefsizin evladı.. bizde üstelemedik.. sonra şevket'ten külçe külçe fikirler dökülmeye başladı.. olm gidelim öğrenci evleri vardır buralarda diyelim böyle böyle kimliklerimizi gösterelim alsınlar bi gece bizi eve misafir etsinler.. abartmıyorum en az on onbir eve gittik hepsi mırın kırın etti.. küfür ede ede dedim gidelim lan bi parka hava zaten güzel kalırız sabaha kadar.. ilçenin en orta yerinde ki parka giderken yolda bi minübüs gördük üzerinde geldiğimiz yerin adı yazıyordu.. o esnada nasıl bi sevinç çığlığı attığımızı açıklamayacağım.. koşarak arabanın önünü kestik.. adam durdu..

-hayırdır gençler..?
-abi sen şurdan mı geliyosun..?
-yok hayır buralıyım ama sabahları oraya gazete götürüyorum bi de insan taşıyorum..
-abi biz orda öğrenciyiz..
-hadi lan harbi mi?
-valla abi..
-aa dur lan bi dakka ben seni tanıyorum meydanda çok gördüm seni gelin atlayın bakıyim arabaya..
-Allah Allah Allah Allah Allah Allah Allah (burda resmen hücum ettik arabaya)

götümüzü kurtarmış olmanın verdiği sevinçe atladık arabaya levent abi soruyo biz anlatıyoruz.. dedik levent baba esti bizde düştük yollara.. adam bizim manyaklıklarımızı dinledikçe daha bi ısındı sanki bize.. bi kaç telefon açtıktan sonra arkadaşları da geldi.. şimdi şöyle bi manzara düşünün içi nevaleyle dolu bir arabadasınız yolda ilerliyorsunuz ve tam yanınızdaki minübüste de keman darbuka ve muhtelif müzik aletleriyle bi orkestra saatte 15 km/h hızla hareket ediyor.. evet bizde ağzımız açık izledik onları.. bi boş araziye çektiler.. ulan yapraklara yan bastık diye düşünüyorum ben ama adamlar halay çekiyo oynuyo kafalar bi milyon umurlarında değil hiç bişey hatta biz bile.. levent abi sonra bizi aldı alabalık tesislerine götürdü gecenin bi vakti.. gezdirdi dolaştırdı.. sonra da abisinin kayısı ithal ettiği ofisini açtı bize.. arabanında ofisinde anahtarını bıraktı gezin dolaşın eğlenin sabah da beraber gideriz dedi.. oha dedik kendi kendimize ama acaip de sevmiştik adamı.. tam yedi (rakamla 7) kişi o gece hayatımızın en unutulmaz dakikalarını yaşadık.. gece mersin sokaklarında birbirlerine kurşun sıkanları gördük.. kavga edenleri duyduk.. şişe fırlatanları süzdük.. ama hiçbirinde götümüz yemedi dışarı çıkmaya.. pustuk kaldık.. cenin pozisyonunda uyumaya çalıştık.. aman kimse duymasın kapıya dayanmasınlar diye.. sabah olduğunda levent abi geldi aldı bizi geri götürdü.. ertesi gün yaşadıklarımızı anlattığımız kimse bize inanmadı.. sittirin gidin lan dediler.. ama biz o gece lokantada yemek yemiş fişlerini de cebimizde saklamış alın lan diye gözlerinin içine sokmuştuk.. gene inanmak istemeseler de kıskanç köpekler diye kızıp gene kendi iç dünyamıza büründük..

o okulda okumanın dışında sanırım herşeyi yaptık biz.. ve bu sadece bi anı.. belki de en masumu..


not: yazıda geçen ''mut'' mersin ilinin bir ilçesidir.. yazıda geçen ''birecik'' de urfa ile gaziantep'in tam sınırında bulunan bir ilçedir..

5 Aralık 2010 Pazar

istanbul...


sevgili İstanbul; sana özür mahiyetinde yazıyorum bu yazıyı.. çünki biz seni anlayamadık.. seni bir bütün olarak değil sadece semt semt sevdik.. oysa bütünün için türlü savaşlar verildiğini unuttuk.. şairlerin senin sadece güzelliklerini değil çirkinliklerini dahi severek şiirleştirdiğini görmezden geldik.. nerende eğlence varsa nerende ışıklı neon tabelaları varsa oraları sık kullanılanlarımıza ekledik.. hiçbir semtini de yeni sekmede açamadık.. hep aynı yerlerde dolandık durduk..

ne zaman sana özlem duyan birileri olsa taksim'i nişantaşı'nı sarıyer'i kadıköy'ü anlattık durduk.. buralara gitmeyene insan dahi demedik.. ooo boşa yaşamışsın sen.. ben İstanbul'luyum da deme aga kendine yavşaklığını takındık sıfatlarımıza.. o çok sevilen semtlerinin manzarasında gitmeyi istemediğiz semtlerin olduğunu da hiç bilemedik.. biz seni değil kalabalıkları sevdik aslında.. ve en çok da kalabalıklarına küfrettik amaçsızca.. seni sevmeyenleri, sana denk iller türetmeye çabalayanları entellektüel sandık durduk.. hiç bilemedik cehaletlerini sana yamamaya çalışarak gizlemek istediklerini.. içinden su geçen venediğe gitme hayaliyle götümüzü yırtıp durduk da; içinden deniz geçen seni adam gibi sevmesini beceremedik..

sevgili İstanbul; en güzel manzaralarını içinde saklayan eyüp'ü eminönü'nü fatih'i tu kaka yerler listesinde zirvelere çıkardık.. varoş diye de aşşağıladık bazı semtlerini.. ama hiç bilemedik o varoşlarda biz rahat edelim, bayramlarda doya doya gezelim eğlenelim, avm'leri dolduralım diye oralarda yaşadığını.. ama hep hâkir gördük hep olmasınlar abicim sittirsin gitsinler İstanbul'dan dedik şımarık çocuklar gibi.. seni sahiplendik, istediğimizi aldık istediğimizi kovduk ama hiç gitmedik bazı yerlerine.. arnavutköy deyince aklımıza hemen o lüks semti getirdik.. hiç bilmedik sultançiftliğinin ilerisinde de bir arnavutköy olduğunu.. beyoğlu'nu tarihi için değil de kalabalığındaki güzel kızlar, erkekler için sevdik durduk.. ama hiç bilemedik o güzel kızların erkeklerin varoşlardan gelebilmiş olacağını.. hep cihangir'den taksim'den şişli'den geldiğini sandık.. feriköy'ün otobüsünü görmeden önce anadoluda bir köy sandık; nişantaşı'nın hemen dibinde bir yer olduğunu öğrendiğimizde şaşırdık.. dedim ya İstanbul biz seni hakkıyla sevemedik.. biz seni mehmet'le de meltem'le de sevinç'le de sevemedik.. kimi sevdiysek onu barındırdığın için sevdik.. sevdiğimizi de hiç belli etmedik İstanbul.. hani insan sevdiğini kırarmış derler ya seni yıkarmışcasına attık elimizdeki çeri çöpü kaygısızca oraya buraya.. seni biz kirlettik ve sonra seni kirletenlere töresel namus cinayetleri kurguladık.. hiçbir zaman kendi kafamıza sıkamadık.. hep bir başkasına sıktık durduk; her sana yeni gelenin -seni yeneceğim İstanbul- diye içinden haykırması gibi..

sevgili İstanbul; varoşlarına avm kısaltmasıyla küçük şehirler kurup anlık lükse kapıldığımız için senden özür dileriz.. vivaldi'nin four seasons'ı eşşekler gibi beğenip senin four culture'ünü kabullenemediğimiz için de senden özür dileriz.. hep şaaşa bol müsriflik illetine düçar olmuş duygusuz hissiz derilerle üzerini adımladığımız için de senden özür dileriz.. yedi tependen de teker teker özür dileriz.. her semtini ayrı ayrı sevemediğimiz yetmiyormuş gibi birde burun büküp ağız yamultup -bu ne yeaaaa- diyen o şerefsiz züppe gençler adına da özür dileriz.. tarih kokan duvarlarına buraya ilan yapıştırmak yasaktır afişleri astığımız için de özür dileriz.. sadece tek bir kanala kitlemişken tüm görüş açımızı yüzlerce lira verip taktırdığımız ama asla seyretmediğimiz kanallara rağmen görüntü kirliliğine sebep olan çanak antenler adına da özür dileriz.. birinci dereceden tarihi eserlerini araya tanıdıklar sokarak lokantaya otele çevirdiğimiz için de özür dileriz.. benzinin fiyatına küfredip toplu taşıma araçları yerine özel otomobilimizle sokakları arşınlayıp trafiğe sebep olduğumuz, klaksonlarımızı hayvanlar gibi çalıp seni rahatsız ettiğimiz için de özür dileriz İstanbul.. senden özür dilediğimiz için de özür dileriz İstanbul..

sevgili İstanbul; yaramazlık yapınca annesinin eteğine yapışan ufak çocuğu kucaklayan bir anne şefkatiyle bizi kucakladığını biliyor buna şaşı bak şaşırıyoruz.. ve hiçbir zaman da resimde görmemiz gerekeni göremiyoruz.. sana dair ne yazsak biliyoruz ki ucu bize dokunacak onu da biliyoruz.. belki de tüm susmalarımızın asıl sebebidir bu suçluluk duygusu..

sevgili İstanbul; sevdiğin İstanbul gibi olacak fethi zor fatihi tek diye kendimizi kandırdığımız delikanlı ayaklarıyla senin hergün ırzına geçtiğimiz için de senden özür dileriz.. fatih sultan mehmed seni fethettiğinde içinde yaşayan her insana ayrı ayrı saygı duyduğunu unutup bizden farklı diye dövdüğümüz bıçakladığımız hatta öldürdüğümüz insanların kanlarıyla seni suladığımız için de senden özür dileriz.. hergün seni senden uzaklaştırıp seni sana yabancılaştıran yaşanılmanı güç hale sokan zihniyetimiz adına da senden özür dileriz.. ve sonra tüm özürlerimize güleriz; babasının öldüğüne sevinen bir piç gibi..

her an içini kusmayıp yeter diye haykırmadığın için de yavşakça sana sadece teşekkür edebiliriz..

teşekkürler İstanbul..

30 Kasım 2010 Salı

telefon kulübesi...

yıl milenyumun dibine vurduğumuz yılların henüz başı.. 2000'li yılları doyasıya tükettiğimiz, yıllar öncesinden ulan hele bi 2000 yılı gelsin bakın görün olm askerde lazer silahları kullanıcaz diye pale halimizle kendimizi kandırdığımız belki de avuttuğumuz yılların ensemizde boza pişirdiği zamanlar.. Biz nerdemiyiz? Bi pencereden mal gibi dışarıda ki boyu neredeyse bir metreye ulaşan karı seyreden bi sürü erkekle aynı evde ömür tüketen bi öğrenci evindeyiz.. Götümüz donmuş elde çekiçlerle dolaşıyoruz olurda tuvalete gidersek felan bokumuzu kırarız diye.. Ellerimizde ısınma adına yalandan alınmış lipton yellow label marka sallama çay.. Tipik bi üniversite öğrenci ev ortamı.. Koltuk yok.. Televizyon yan marketten çaldığımız tahta kasanın üzerinde.. İki bilemedin üç tane kanal anca çekiyor.. İki arkadaş bilgisayarda bi strateji oyununda level atlamanın derdinde.. Ev yansa hepimizi bıçaklasalar ölsek gebersek umurlarında değil..

Yine günlerden böyle bir günü amaçsız ve uçsuz bucaksızlaştırmaya koyulduğumuz bir zamanın terkisinde Yaşar eve bir soluk girdi.. Nefes nefeseydi.. Suratı öyle bir kızarmış ki görende tecavüze yeltenmişler buna da zor kurtulmuş ellerinden..

-Ne oldu lan bu ne hal?
-Aga bi susun lan bişey keşfettim size sölicem ama birine derseniz alayınızı tüketirim.. (burda başka bişey söyledi ama malum internet ortamı çoluğu var çocuğu var)
-Ne buldun olm söylesene..
-Olm Ptt'nin önünde telefon kulübesi yok mu hani..?
-Eeee..?
-Olm saatlerdir konuşuyorum bi damla kontör düşmedi..
-Valla mı lan..?
-Olm bende önümdeki iki elemandan öğrendim.. Yemin ettirdiler kimseye söyleme diye..

............................................................

Tabi bu konuşma sevinç çığlıkları ve küfürleşmeler eşliğinde sürdü gitti.. Siz bir öğrenciye bedava bişey sunsanız ne yapardı sanıyorsanız bizde aynısını yaptık.. Montumuzu bile yarm yamalak giyip koştuk evimizin tam karşısında ki telefon kulübesine.. Amaçsızca sağı solu ne kadar tanıdığımız varsa aradık durduk.. Gecenin bi vakti sevinçle karşılayacağını sandığımız ne kadar adam varsa, ne kadar aile varsa yüreklerini darmadağın ettik.. Kalplerine verdik korkuyu.. Töbe bismillah bu saatte ne telefonu dedirtircesine..

-Olm bişey mi oldu hayırdır bu saatte..
-Yok baba yaaa acaip kalabalıktı şimdi sıra geldi..

Yalanımıza sokayım böle de yalan mı olur ama saatlerce ailemizle arkadaşlarımızla konuştuk durduk.. Bi müddet sonra yan yana altı tane duran telefon klübelerinden sadece bizim klübenin önünde kuyruklar oluşmaya başladı.. Bir efsane gibi dilden dile yayılıyordu telefon klübesinin mevzusu.. Ne kadar kendimizi dizginlemeye çabalasakta gecenin bi saatinde üç beş öğrencinin sırayla aynı kulübeden telefon açması o saatte odun kömür çalmaya çıkmış diğer öğrencileri işkillendiriyordu.. Aynen de öyle oldu.. Geçmişine tükürdüğümünün şerefsizleri de çözdü mevzuyu; uyarmamıza yalvarmalarımıza rağmen kalabalık yapmaya devam ettiler.. Bir nevi altın yumurtlayan tavuğumuzu da kesmeye yeltendiler.. Bir hafta kadar bu durum devam etti durdu.. İçimizde en çok da Yaşar kullanıyordu telefon kulübesini.. Sözlüsüyle saatlere varan konuşmalar için gecenin bi yarılarını bekliyordu.. Bir keresinde o da nefsine yenik düşüp akşam mesai saatinin bitmesine yakın kullanmıştı telefonu.. Tabi Ptt müdürü de bi tek kulübenin etrafında bu kadar kalabalığın oluşmasından kuşkulanmış ulan acaba bu ibneler elektrik hattı mı çektiler kulübeden diye kontrol ettirmişti makinaları.. Ama bi durum söz konusu değildi..

Telefon kulübesinin sırrına vakıf arkadaşımız Yaşar birgün eve geldi.. Suratı bu sefer öle şebelek maymunu gibi gülmüyor aksine böle sirke satıp parasını alamayan alsada parasını içkiye kumara yatıran aşşağılık şerefsiz bi adam sıfatına bürünmüştü.. Ne oldu olm söylesenelerden sonra hepimizin mahrem yerleri ile alakalı kurduğu egzantrik cümleleri potamızda eritiyorduk.. Yavşaksınız olm dedi alayınız.. Ptt müdürü polisle bastırmış kulübeyi bizim kebelek Yaşar da suç üstü yakalanan mallar gibi öle kalakalmış.. Kimliğini felan alıp demişler yarın karakola gel.. Bunun gibi o esnada kelaynak sürüsü gibi bi arada bulunup o kulübe için sıra bekleyen bi kaç maldoradoyu da suç üstülemişler.. Yaşar yatana kadar ne ebe bıraktı bizde ne namus.. Bi ara gece kalkar bize bişey yapar diye odanın kapısını kilitledim arkasına da yatağımı çekip yattım..

Yaşar karakola gitti ertesi gün.. Geri geldi.. Ama neler anlatıyo neler.. Olm dedi sikerteceklermiş herkesi.. Ptt müdürü çok doluydu herkesi numaralardan tespit edeceğiz parasını tahsil edeceğiz.. Bizi bi korku saldı tabi.. Ulan saatlerce cep telefonuyla görüşmeler evi aramalar gülüşmeler felan hepsi bi tarafımıza girecekti.. Zaten o zamanlar 2000li yıllar kol gibi faturalar geliyo millete.. Biz hesap uzmanları gibi kafamızdan kurgular yapıyoruz.. İşte ben şu kadar milyar öderim.. Bana şu kadar girer.. Babam öğrenirse işte şu kadar etimi keser kırbaçlar hatta odunla girişir felan.. Böle komplo teorileriyle bir haftayı geçirdik bu sırra vakıf yaklaşık yüz elli bilemedin ikiyüz kişi.. Sırtımızdan öyle bi soğuk terler akıyor ki normalde o buz gibi soğukta kuyruk sokumuna gelmeden donması gerekir terimizin.. Ama içimizde öyle bi yangın yanıyo ki değil götümüz ayak bileklerimizden çıkıyor namussuz ter..

Sonra Yaşar'ı gene çağırdılar karakola.. Yaşar'ı gelinlik kızlar gibi süsledik.. Aman olum atarlı konuşmalar giderler felan yapma, yeri gelirse müdür bey bokunuzu yerim felana kadar vardır yalvarmalarını diye ufaktan kendisine gazlamalar veriyoruz.. Hayatta ki en efendi tavrını takınarak ve görebileceğiniz en yavşak tiple gitti Yaşar karakola.. Geldiğinde anlattıkları sayesinde karnaval gibi bi gün yaşadık.. Meğerse telefon klübesinin mandalı o gece soğukta konuşmasını uzatan bi lavuğun yüzünden donarak asılı kalmış.. Yani hata bizden değil makinadanmış.. Müdür bey affetmiş herkesi hata bizim demiş Yaşar'ın yalakalık yapmasına bile gerek kalmamış.. Hatta sonra karakoldakilerden biri anlatınca Yaşar'a dalmak zorunda kalmıştık.. Yaşar müdür beye çıkışmış kardeşim bizi ne suçlu piskolojisine sürükledin sizin yüzünüzden derslerimize odaklanamadık felan diye.. Yaşar'a tamam olum abartma a.q hareketleri çekiyolar ama yavşak açmış ağzını yummuş gözünü sıkmış götünü.. Adam da özür felan dilemiş bu sığır da üste çıktıkça çıkmış.. Gerçi sonra hepimiz altta kalanın canı çıksın mevzusuyla aldık altımıza ya neyse.. Biz de acaip bi durumdan kılpayı yırtmış olduk böylece.. Sonra söktüler makinayı ve iki hafta sonra da yenisini taktılar.. Ve okul bitene kadar o ikiyüz kişiden hiç kimseyi o kulübeden telefon açarken görmedim..

Ve hâlâ telefon kulübesinden telefon açamam.. İçimi bir korku kaplar.. Yaşar'a dopdolu küfürler eder.. Güler anarım o günleri..

27 Kasım 2010 Cumartesi

Zaman

geceler ne kadar uzun olursa o kadar çok şey hatırlıyor insan geçmişiyle alakalı.. o mutlu, herşeyden bi haber, dünyayı umursamayan, ipiyle kuşağı birbirine denk, şımarık bir çocuk yıllarınıza bir kez daha gidiyorsunuz.. sonra o mutluluğu bozarmışcasına gizli bir el sizi birden yukarı çekiyor sanki ve sizi geceleri uykusuz bırakan -neden geçmişimi düşünüyorum lan ben- şimdiki zaman gerçekliğine dönüyorsunuz.. sonra tüm acıları geride bırakmak için son bir umutla kapıyorsunuz gözlerinizi.. tüm güzel şeyleri çocukken yaşadığınızı bilerek..

merdivenlerden üçer beşer atlayarak iniyorsunuz.. sokak kapısı, günlerce kömür madeninde tutsak kalmış maden işçilerinin çıkışı bulduğunda yaşadığı sevinçle yansıtıyor sokaktaki güneşi tüm suratınıza.. ve hemen ardından kulaklarınız gülüyor dışardan gelen seslere.. sokak kapısı sanki paralel evrene açılan bir geçit gibi karşınızda duruyor.. ve korkusuzca geçiyorsunuz o kapıdan olacakları umursamadan.. ne yana baksanız etrafta oynayan çocuklar görüyorsunuz.. en yakın arkadaşlarınızın top oynadığını görüp beni de alın lan der gibi boynunuzu büküyorsunuz.. ve içlerinden en şerefsizi kenara çekil lan diye azarlıyor sizi.. kaldırımın kenarına oturup öle mal gibi bekliyorsunuz.. ama bu bile sizin mutluluğunuzu bozmaya yetmiyor.. çünki çocuksunuz.. ve birazdan ilker'in annesi balkondan bağırıyor ilker buraya gel diye.. biraz önce sizi azarlayan o piç kurusu çocuk, gel lan ilker'in yerine oyna diyor sanki hiçbir şey olmamış gibi.. sizde hiçbir şey olmamış gibi katılıyorsunuz aralarına.. dünyalar kadar mutlusunuz çünki.. o size kadroları gösteriyor bak bunlar bizim adamlar diğerleri rakip diye.. ama siz sadece küt küt atan kalbinizin sesini duyuyorsunuz.. o kadar mutlusunuz ki.. dedim ya çocuksunuz çünki..

sonra biraz büyümeye karar veriyorsunuz.. mahalle köşesinde takılan ve onlara balkondan pencereden bakan, ablarla kesişen abiler gibi olmak istiyorsunuz.. ağızlarının içlerine bakıp -şişşşt sen, gel lan buraya bana bakkaldan koş bi sigara al demesini bekliyorsunuz.. acaip mutlusunuz çünki hâlâ çocuksunuz.. mahalle kahvelerine giremiyorsunuz ve hırslanıyorsunuz ulan bir gün, ulan bir gün diyerek.. sonra biraz daha büyüyorsunuz o abiler ablalar artık olmuyor yerlerinde.. hayat denen bi mücadeleye girdiklerini öğreniyorsunuz.. mal lan bunlar değmez şu güzellikleri terketmeye diyorsunuz.. çalışıp çok paran olsa ne olacak sanki diyerek onları anlamayı reddediyorsunuz.. çünki hâlâ çocuksunuz.. ve onların bıraktığı yere kral babasından kalmış tahta kurulan prens gibi seviniyorsunuz.. artık dünyanın en güçlüsü sizsiniz.. size kimseler dokunamaz bundan sonra, her boku da bir tek siz biliyorsunuz.. okuldu, askerlikti derken öyle bir dünyanın içerisine bırakıyorlar ki sizi artık çocuk kalmadığınızı anlıyorsunuz.. ve o gün salladığınız o abiler geliyo gözlerinizin önüne ve abi özür dileriz diye dudaklarınızı oynatıyorsunuz usulca.. ve o gün bir daha büyüyorsunuz..

büyüklerin herşeyi de farklıymış arkadaş diyerek sadece büyüklerin kapıldığı bir hastalık size de musallat oluyor sonraları.. bu işin doktorları koyuveriyor hastalığın adını; AŞK diye.. ve size sadece hayal dünyasında yaşayan bi adam kalıyor.. yemeler içmeler bir farklı oluyor artık.. tek bir bedene hapsolmuş, iki ruh taşıyormuş gibi sürekli içinizde besliyorsunuz sevdiğinizi.. sevdiğiniz sığmıyor artık sizin bedeninize ve siz kendi ruhunuzu çıkarıyorsunuz dışarı.. ve o an artık bambaşka biri oluyorsunuz; sadece onun için yaşayan ruhsuz bir ceset olarak.. siz onun ruhuyla doldururken bedeninizi o da bir başkasının ruhuyla dolduruyor kendini.. bunu kabullendiğiniz anda ruhunuzun olmadığını da anlıyorsunuz artık.. ve bambaşka bedenlerde aramaya başlıyorsunuz sizde yitik olan ruhunuzu.. ve bu kısır döngüde şarkıcının sözleri takılıyor dilinize; -daha kaç vücut gerek benim seni unutmama.. ve siz çocuk olmadığınızı, çocuk kalmadığınızı bir kez daha enine boyuna idrak ediyorsunuz.. ve gözleriniz o esnada açılıyor korkuyla..

artık büyümenin doruğuna ulaştığınızı düşünüyorsunuz.. bundan daha büyük büyümeme mi olur lan diyorsunuz kendi kendinize.. önce babanız sonra anneniz terkediyor sizi bu dünyada.. yâr zaten çok önceden çekip gitmiş.. ve siz tek başına geldiğiniz bu dünyada yine tek başına kalıyorsunuz.. Allah'ım bu kadar büyüme yeter diye yalvarıyorsunuz.. ve o zaman tekrar başlıyor küçülmeleriniz.. her nefes alışınızda biraz daha çocukluğunuza koşuyorsunuz.. ağzınızdan en yavşak cümleler dökülüyor hayata dair.. sevme üzerine; panellere katılıp söyleşi yapan şair gibi aforizmalar atıyorsunuz sizin yolunuzdan ilerleyen gençlere.. aman sakın sevme kaptırma kendini çünki sen sevdiğinle o sevildiğiyle kalıyor her seferinde diyorsunuz.. gözlerinizi tekrar kapatıyorsunuz o mutlu yıllara dönmek için ama bu seferde önü kayalarla kapanmış bir mağara kapısı gibi engel oluyor gerçekler size.. ve gözlerinizi son kez açıyorsunuz..

''Dünyanın en uzun gecesi 21 Aralık değil; beni terkettiğin geceydi'' cümlesini yazabilmek için...

Bilge bir ses geliyor sonra, zaman herşeyin ilacıdır evlat diye.. Ama zaman sadece kanatıyor, daha da acıtıyor ve bunu kimseler bilmiyor.. Bilge de bilmiyor..

Klavyemin mürekkebi tükenmek üzere ama ben hâlâ ve inatla seni yazmaya devam ediyorum.. Ve sanırım yazmaya da devam edeceğim...

8 Kasım 2010 Pazartesi

vasiyetname...

diyelim ki öldüm hemde en verimli çağımda.. istedim ki bilinsin köşe bucak sakladığım düşlerim.. sayıklayamadığım umutlarım.. ayıklayamadığım sevdiklerim... ayı yogili; tasmania canavarlı; bugs bunnyli boxerlarım.. kimlerin olacak ben yokken bilinsin istedim.. aslında herkes gibi bende ölmek istemedim.. ama malum bi yere kadar sıçrayabiliyor insan.. sen öleceksin arkadaş dediler senden sonra geleceklere yer açmak için.. mecbur kaldık öldük.. ama ölmeden hemen önce neler yaptık neler..

ileri dönük umarsız, kaygısız ve yavşakça planlar kurduk hiç sıkılmadan.. bi sevgili bulduk kendimize, o dağ senin bu tepe benim el ele mallar gibi dolaştık durduk.. birbirimize bitmeyen sevda sözleri verdik durduk.. hee şimdi ben yokum ya şimdi kim bilir kimin elinde terleyecektir elleri.. dur lan daha henüz ölmedim ben, vasiyetimi yazıyorum doğru ya.. gidip yarın ölmeden hemen önce suratının ortasına şöle sağlam bi tokat patlatayım.. neyse nerde kalmıştık.. vasiyet deyince bu yazdıklarımı okuyacak benim şerefsiz akrabalarım sanacaklar ki ooo adamın bişeyleri varmış da onları dağıtıyor.. Yok ulan anne babadan kalma yarısı yaşanmış bi ömrümüzden başkası yok elimizde.. onu da istiyorsanız alın tepe tepe kullanın dicem ama ben zaten ziyan ettim ne yaparsınız bu saatten sonra orasını bilemem..

dostlarımı dostlarıma bırakıyorum.. düşmanlarımı yanımda götürmek istiyorum.. çünki onlar Üstad'ın dediği gibi ''Ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın; gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın..'' mukabilinden epey lazım olacaklar bana.. en tüyü bitmedik hayallerimi de ellerimden çekip alan beni bu dünyada bir başına kalmış hissi verdiren insana yani sana bırakıyorum.. hiçbir zaman kimsenin bilmeyeceği seni de sana bırakıyorum..

her cümlemin gizli öznesi olmayı o kadar âdet etmiştin ki kendine, vasiyetimde bile kendine yer bulmaktan geri durmuyordun.. öyleyse tüm cümlelerimi de sana bırakıyorum.. bir gün gerçek seni değil bendeki seni sevdiğimi anlayarak okumanı isteyerek..

hayatım gözlerimin önünden bir film şehiti gibi geçtiğinde; Türk bayrağına sarılı hayallerimi de on binler taşıyacak mı acabalarına kapılıyordum.. geri dönüp baktığımda da zerre beni sevecek hatta ipleyecek kimseyi bulabileceğimi sanmıyordum.. bir insanın varlığı sevilir de yokluğunu kim sever ki aga muammalarına kapılıyordum.. zaten benim yokluğuma sevinecek adamlarla da ne işim olurdu ki.. ağız burun girerdim herhalde hepsine.. en gün yüzü görmemiş küfürler eder sokağa çıkamaz hale sokardım hepsini.. ama yine de hatırlayacağım herkesi..

şu dünyadan göç ettiğimde en çok özleyeceğim şey sanırım; sabah zorla kaldırılmam ile başlayıp evden fırlarcasına çıkarken ardımdan annemin -oğlum kahvaltı yapsaydın barisine -anne geç kaldım sonrasını iliştirip, hızlı adımlarla indiğim yokuştan soluyarak çıktığım bir başka yokuşu garipseyip yokuş sonundaki metroyu özümsemek ve tüm bunlardan habersiz insanlarla aynı istikamete gidip aynı durakta indikten sonra farklı yönlere dağılmak, ordan otobüsü bambaşka insanlarla bekleyip her seferinde oturacak yer bulurmuyum lafını beynime pelesenk edip ve her seferinde ayakta seyahat edip eminönünün eşsiz güzelliğini ardımda bırakarak bir lojman griliğindeki işyerime girip sabahı türlü taklalarla akşam ettikten sonra üzerimdeki mahmurlukla süleymaniyeye kadar yürüyüp ordan bindiğim arabada uyuklayarak evime çok yakın bi yerde inip ayılana kadar dost simalara hafif tebessümler kondurarak yürüdüğüm sokağımda ilerlerken sevdiğim kızı görebilme umudunu her daim içimde yeşertip evden içeri girdiğimde bir oh çekerek yayıldığım koltuğun üzerinde durduğum esnada bir dostun telefonumu arayıp hadi lan gelsene demesini beklemek ve en garip muhabbetleri sıraladıktan sonra evime tekrar dönüp yatağıma uzandığımda tavandaki noktaya odaklanıp acaba; acaba yarın olacak mı sorusunu her gece kendime sormak olacaktır..

her gece beynimi kemiren düşüncelerimi biriktirdiğim poşeti de sana bırakıyorum.. bi torba içinde sakladığım sana dair cümlelerle birlikte..

hayata da sana da ELVEDA...!

16 Ekim 2010 Cumartesi

Haddimi Aştım da Geldim...

Şimdi hiç durmadan birşeyler yazacağım.. Her cümlemin ana fikrinde sen olacaksın ve ben her cümlemde seni anlatmaya çabalarken hiç durmadan haddimi aşıp duruyor olacağım.. Ama sen bunların hiçbirini bilmeyecek, hiçbirinden haberdar olmayacaksın.. Çünki aslında sen bunların hiçbirine değmiyor olacaksın..

Herşey seni sevmemle başladı.. Bir yürek sipariş ettim sevda kasabasında ki ''Yürek Fırınından'' ne yapsak olmuyor bir türlü kıvamı tutturamıyoruz dedi sabrın ustaları.. İşte o zaman dört tekerli bisikletinin denge tekerlekleri çıkarılmış bir çocuk gibi çaresiz kaldığımı anladım.. Mahalledeki en iyi top oynayan çocuğunun aymazlığıyla ''Siz Hepiniz Ben Tek ! '' demek istiyordum ama beceremiyordum..

İçinde sana dair aforizmalar olan cümleleri kendi kendime kurmak istiyor ama bunu benden çok önce yapanların sözlerini kopyalayarak bir basitliğe kaçıyordum.. Çünki sen basitliğinde ta kendisiydin.. Kafandaki yazlık sinemada senaryosunu kendinin yazdığı bir filmi defalarca kez seyretmekten zevk alıyordun.. Umursamaz aymaz ve bir o kadar da egoist bir bencil olmak seni sanki daha da mutlu ediyordu.. Acılarla yoğrulmak seni diğerlerinden farklı kılıyor gibiydi.. Ölümü gösterip sıtmaya razı ediyor sonra sıtmaya yakalanınca beni kurtarın diye yalvarıyordun.. Yol kenarında bulunan yaralı bir vahşi hayvan gibiydin.. Onca ilgiye alakaya rağmen iyileştiğinde ardına bile bakmadan gitmek senin doğanın bir parçasıymış gibi birde bunu kabullenmemizi bekliyordun..

Hadsiz hudutsuz hayallerime bile gem vurmaktan kendini alıkoyamıyor herşeyi de yönetmek istiyordun.. Kendi kurallarını koyup bizleri dışarı atıp her seferinde kurallarını kendin çiğniyordun.. En sonunda herşey senin istediğin gibi oluyordu.. Artık aynı coğrafyanın topoğrafyasında farklı iklimleri yaşıyorduk seninle.. Senin sokağında güneş açarken benim sokağımda sürekli yağmurlar yağıyordu.. Ve ben öyle yağmurlu bir günde vazgeçiyordum senden..

''Dur... Bak... Düşün... Yıllardır güneş hiç zamanını şaşmadı.. Ay ve yıldız sabır etti, gündüz gökyüzüne ulaşmadı.. Yer yerliğini bildi, gök göklüğünü bildi, birbirine bulaşmadı.. Yağmurlar yağdı, denizler şaşmadı.. Herkese ayrı bir alem vardı.. Balık bunu bildi sınırını aşmadı.. Şimdi.. Sanır mısın? Senin hayatın bir rastlantıdır..''

Varlığıma tahammül edemeyişini farketmemin hemen öncesinde armağan ettim yokluğumu sana mutluluk getirir umuduyla.. Bundan sonra öyle bir fay hattı girdi ki aramıza ancak kıyametin şiddeti birleştirir o iki yana bölünen yakayı.. Şimdi düello ediyormuşcasına dön sırtını, bir kaç adım at hayallerinde ve ardını dönüp iki el kurşun sık yokluğuma..

Yokluğum varlığına armağan olsun...

15 Eylül 2010 Çarşamba

telefon rehberi...

bugün bir kayıt daha silindi istemeye istemeye telefon rehberlerinden.. cep telefonunda ismine şöyle bir bakıldı.. daha gelmeyecek aramalar arandığında ulaşılamayacak hissiyatı oturdu kursaklara.. ondan gelen son çağrılara bakıldı sonra.. atılan son mesajlar ki genelde bayram tebrik mesajlarıdır ama daha da dikkatli okundu bir daha.. bi daha okundu heyecanla birşey kaçırdım mı acaba diye.. bir daha derken silindi yüreğe kezzap döküyormuşcasına son bi hamleyle.. her gördüğümde kahrolmayayım diye iç geçirmeyle..

sokağa çıkıldığında hiç umursamadan geçilen o kahvenin çardağına daha da bi dikkatli bakıldı bugün.. ama o artık orda değildi.. kulağına taktığı cep telefonu kulaklığıyla gözümüzü okşayan, dostlarıyla yaptığı sıcacık sohbetlerin şen kahkahaların sahibi yoktu artık orda.. onu sevenlerde yoktu asmalarla kaplanan o çardakta.. Evet evet Polis Memuru abimiz Erol Abi'den bahsediyorum.. dediler kalbine yenik düştü.. kalbi çok güzeldi onu yenmişse de bir tek kalbi yenebilirdi zaten dedik kendimize.. eşşekler gibi biliyorduk zamanı gelenin hiç durmadan gittiğini ama adettendir diyip büküyorduk dudaklarımızı hadi yaaa diyerekten..

işte böyle zamanlar sevdiklerimiz düçar oluyordu beynimize, dünya denen kahpeyle cebelleşirken 'suni tenefüs saatlerinde'.. ne zaman birisinin acısı yaşansa tam burnumuzun dibinde.. o zaman hatırlıyorduk uzağımıza attığımız sevdiklerimizi.. Erol Abi'miz gibiler hayatın gizli kahramanlarıydı aslında.. onlar silerken simalarını belleklerimizden unuttuklarımızı hatırlatıyorlardı aslında bizlere..

siz ismini ne koyarsınız bilmem ama ben kocaman ön eksiz bir yavşaklık koyacağım bu durumun adını.. kısır denen döngüde ulan seni hiç unutmayacağım yaaa zırlaklığı içinde ilk unuttuklarımız olacaktı o adamlar.. yerlerini kimse dolduramaz abicim şerefsizliğindeyken biz; ulan ne kral adammışsın neden seni daha önce tanımamışım adamlarıyla dolduracağız o boşlukları.. sadece dost mısralarında anarken bir ahhhh çekeceğiz en karaktersiz konuşmamızın ta en başında.. o kral abiler olmayacak belki bir daha ama olurda genç yaşımızda gebermezsek bizde birilerinin o kral abilerinden birisi olacağız.. gün gelecek bizimde ismimizi önce telefon rehberlerinden sonra belleklerinden söküp atacaklar.. yazarında dediği gibi..

''hoş bir seda bırakmak bu kubbede bizimkisi''

kendi rehberinizden kendinizi silin ve neler olduğunu görün.. ayağınızı denk, ayağınıza terlik alın.. ve tüm sevdiklerinizle hergün mutlaka vedalaşın.. belki bir daha asla bu şansı yakalayamayacağınızı tahayyül ederek..

sevdiklerini bir bir kaybederken bir elveda bile diyemeyen adamın bu sözleri %100 çalışıyor gençler uyarıyım.. sonra vay ben duymadım vay ben işitmedim yavşaklığını duymayayım..

''Ölüm ne güzel şey budur perde ardından haber; öyle olmasaydı hiç ölürmüydü Peygamber..''

Elveda Erol Abi..

Rabbim rahmetinden mahrum bırakmasın.. Başımız sağolsun.. Bize de yer ayarla abi geliyoruz..

Çoğu gitti azı kaldı..

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bayrama Uyanmak

her çocuk gibi bi bayram sabahına ciks elbiselerle uyanma her yanından ışıklar çıkartan ayakkabılara sahip olma düşleri besledik mi yüreklerimizde.. sabah sokağa ilk fırlayan çocuk olup en yeni kıyafetlerimizi -alın oğlum görün bakın babam bana neler aldı- aymazlığında ki o şerefsiz çocuk olmuşmuyduk.. hiç umrumuzdamıydı o zamanlar babası olmayan çocuklar.. biz onlara piç der güler eğlenirmiydik.. oyunlarımızın arasına alırmıydık kıyafetleri yeni bile olsa pazar malı diye.. hayvan gibi kahkalar atarmıydık içinde hüzün barındıran yürekleri görmezden gelerek.. kimbilir kaç yüreğin içine sıçtık böyle karaktersiz bir çocukluğu yaşayarak acaba? kaç yeni yetmenin gizlice bi yerlerde gözyaşı dökmesine sebep olduk? kaç çocuğun daha oyun oynaması gereken çağında erken büyümesine sebep olduk? beynimi kemirsin diye daha bir sürü soru bulacaktım kendime.. !

annesiz babasız bayram yaşamayınca bilemiyor insan o çocukların ne çektiğini.. şükür ki annem babam sağ.. hatta onların söyledikleri yaptıkları zoruma da gidiyor.. usul usul kızıyorum da onlara.. ama bi an annem babam olmasaydı ne yapardım bayram sabahında düşüncesi düçar oldu içime.. canım öyle sıkıldı ki.. sonra o hiç kimseye ses çıkaramayan pısırık babasız çocuklar geldi gözümün önüne.. birde ben olsaydım o durumda dedim ve kapadım gözlerimi usulca..

''sabah erkenden bir anne tarafından -hadi oğlum kalk bayram namazı vakti- diye uyandırılmayacaktım.. bayram namazı dönüşü evde misler gibi hazırlanmış bir kahvaltı sofrası olmayacaktı.. babamın elini öpüp bayram harçlığı için türlü taklalar atmayacaktım.. belki türlü zorluklarla ama hiç hissettirmeden aldıkları yeni kıyafetleri giydiğimde gururlanacak ebeveynlerim olmayacaktı..''

öyle bir irkildim ki kafamı ranzanın üst kat tabanına vurduğumda anladım ve herşey yerli yerindeymiş sevincini karşıladım kafamdaki acıyla.. kalktım elimi yüzümü yıkadım.. daha bayrama vardı.. arefe günündeydik hepimiz ve kaybedilen hiçbirşey yoktu daha.. bir tek çocukluğumu kaybetmiştim kaç çocuğun günahına girdiğimi bilmeyerek.. telefon rehberimi kurcaladım liste yerli yerindeydi.. ne kadar mesaja muhtaç arkadaşım varsa ayırdım hepsini bir kenara.. gecenin en dip karanlığında hepsine ayrı ayrı mesaj atacaktım.. gönüllerini okşayıp ulan orhan eyvallah dedirtip gözlerine bi damla yaş bırakacaktım yanaklarından süzülüp yerle yeksan olanlarından.. tüm planlarımı yapmış herşeyi kurgulamıştım.. artık zamanın beni en dip kör karanlıklara ulaştırması için stand by moduna alacaktım bünyeyi..

son olarak demem o ki bu yazı olurda bi arkadaşı tarafından çocukluğunda üzülmüş horlanmış dışlanmış herkesten nefret ediyorum tohumlarını yüreğine serpiştirmiş o masum ve bi o kadar da çaresiz insanların çocukluğuna bir özür mahiyeti taşırcasına ithaf edilmiştir..

sözlerim ve varlığım kime ulaştıysa ve kimi yaraladıysa çocukluğumda hepsinden özür dilerim.. çocukken yaptıklarından utanan sıkılan ama kimselere de söyleyemeyen pusan gizlenen o şerefsiz çocukluk altında ezilen büzülen ve şimdinin adamı olan insan adına da özür dilerim.. o zamanlar çocuktuk siz erkenden büyüdünüz.. şimdi biz büyüdük sizi bir çocuk gibi şımartmamıza izin verin..

harf kelimeyi affetsede cümle oluşmuştur birkere...

dipnot: sonunda dinleyebileceğiniz bu şarkıyı tavsiye ediyorum salya sümük ağlamanız için http://fizy.com/#s/1g4acl

4 Eylül 2010 Cumartesi

Cumartesiyi Beklemek..

Herşey bir cumartesi sabahı başladı.. Sen bir cumartesi sabahı aradın beni, ben o cumartesi sabahı reddettim teklifini ve aynı cumartesinin sabahı kaçırdı uykumu...

Kalktım.. İçimi garip duygular kaplamıştı.. Bilgisayarımı açtım.. Sosyal paylaşım sitelerinde gene absürt absürt bi sürü şey paylaşılmış sağına soluna uuuu wuuuu supeeeeer gibi yorumlar yapılmıştı.. O yorumlara aldanmış hepsini oturup teker teker izlemiş yada okumuştum.. Hepside çok boktan şeylerdi.. Canım daha da sıkıldı.. Kendime daha önce benim bile duymadığım ebat ve şekillerde küfürler ediyordum.. Hayır neye istinaden -gel karşıya gidelim gezeriz canım sıkılıyo- teklifini reddettiğimi anlamaya çabalıyor ama tek bir damla mantıklı yorumda yapamıyordum kendime.. Hee görmemiş gibi bodoslama tamam lan hemen gidelim diyen bi aç olduğumu sanma diye ya maaaa taaa yapmış olabilirim ama arkadaş sende bi üstele dimi.. Sen üstelemedin ben daha da hayvanlaştım yatıyorum sonra gideriz diyerek kapattım suratıma telefonu.. Evet evet suratıma kapattım telefonu meğerse öyle
kapanmıyormuş telefon sonradan vardım farkına.. No tuşu yapmış adamlar çok yüksek paralar harcayarak..

Dışarı çıktım.. Amacım benim gibi olanları bulmaktı.. Aga gel şuraya gidelim, gel buraya gidelim diyenleri tespit etmek iyi lan tamam diyerek tekliflerini kabul etmekti.. Sanıyordum ki kafam bu şekilde dağılacaktı.. Beynimi kemiren o uçsuz bucaksız hatta çapsız düşünceleri bertaraf edecektim.. Attığım her adımda sanki birisi altımdaki dekor denen muşambayı çekiyormuşta ben yerimde sayıyormuşum gibiydi.. Arkadaşımın gittiğimiz avm de her dükkanı indirim sezonuna denk gelen alışveriş çılgını kadınlar gibi ziyaret etmek istemesi beni daha bi kendimden alıyordu.. Dalmak istiyordum ama beni dövebileceğinden endişelenip sesimi çıkarmıyor tamam aga şuraya da gidelim bak şu tarafa hiç gitmedik diye de yavşaklığın sınırlarını zorluyordum.. O dükkan senin bu dükkan benim saatlerce gezip zerre bişey almadan birde giyim mağazalarında ne varsa giyip çıkarıp ardımızdan en naçizane küfürleri de yediğimizi bilerek çıkıyorduk.. Zaman geçmek bilmiyordu.. Hee geçse ne olacaksa orası da ayrı bir karmaşa.. O zaman da sanırım cumartesi bitmiş bi adet pazar sipariş edilmiş olacaktı.. Ertesi günün sendroma bunalmış bi gün olacağının tahayyülü ile çilenin buhranın isyanın doruklarına uzanacağından
da hiç kuşkum yoktu..

Zorla da olsa akşamı ettim.. Televizyonda acaip acaip absürt absürt şeyler vardı.. Tam ben kafayı yemek üzereyken Ekrem ve Fatih aradı beni gel dışarı çıkalım dediler.. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim.. İkisi de ciks kaliteli çocuklardı takıldıkları mekanlar süper yerlerdi.. Gerçi girdiğimiz yollarda gördüğümüz Lamborghiniler Ferrariler Audi R8ler can sıkıcı oluyordu ama yine de hoş yerlerdi.. Kafa dağıtmak için birebirdi.. Fakir ama gururlu çocuk pozları kesmek için muhteşem yerlerdi.. Ekrem Fatih ve Ben Emirganda bulunan Sütiş'e oturduk.. Çaylar pastalar derken çok koyu sohbetlere daldırdık kendimizi sonra hemen iki sokak yukarısı olan Boyacıköye çıktık.. Geniş Aile dizisinin çekildiği sokakları arşınladık.. Geç saatte de eve geri döndük..

İşte sen böyle bir cumartesi de yoktun.. Herşey vardı o cumarteside ama sen yoktun.. Sen olmayınca atılan o şen kahkahalar gecenin ilerliyen saatlerinde iç gıcıklayıcı bir hal alıyordu.. Bir çok şey de anlamını yitiriyordu.. Şimdi ben umutla tekrar o cumartesi sabahını bekliyorum.. Belki hiç gelmeyecek ama ben her cumartesi orda durmaya devam edeceğim..


Cuma Cumartesiyi affetse bile Pazar olmuştur birkere...

28 Ağustos 2010 Cumartesi

İstanbul.................İsyanbul

acımak neyi ifade ediyor sana
bilmiyorum istanbul..
çok acı çekiyorum,
çok yalnızlık içindeyim göremiyorum.
aşkının intihar eşiğindeyim
boğazımda sevdamın ipi.

sımsıkı bağlı ama ölmüyorum.
ölmüyorum İstanbul ölmüyorum...
sana yalan sölemek geçiyor içimden,
yapmacık olmak istiyorum,
ağladığımı üzüldüğümü görme
güçlü san istiyorum..
şimdi sana yazdığım satır aralarında bi boşluktayım,
virgülümü, noktamı kaybettim kayıp oldum.
ayıp ettin..
ayıp oldum..

istanbul çıkar beni buralardan
at başka şehirlere
başka nefeslere,
ciğerim ağlıyor,
ciğerim tıkanıyor,
ağlamak için bu kadar enkaza gerek yok.
çökme üstüme, yeter çökme...
sana bağlıydım ben İstanbul
sana vurgundum..
sabahına sevdalı,
gecene hayrandım..
sevdaya, gerçek aşka ise
yalandım..

İstanbul niye getirdin beni kendime,
niye boğmadın kalabalığında,
sahipsiz bırak dedim,
ıssız bırak dedim,
rahat bırak dedim,
öldür beni dedim İstanbul öldür...

içimi acıttın İstanbul
yıkılsın köprülerin
taşsın denizlerin
yok olsun görkemin..
kelimelere döktüğüm bütün isyanlarım sarsın seni.

bir İstanbul masalı ol dedim
anlatayım dedim herkese hey koca şehir
hey heybetli görkemli şehir
tırnağım kadar değerin yok artık
kır kır at çöpe ,
halkalıda senin kadıköyde...
senin olmayan bir tek bendim İstanbul
sen sen ol beni at nüfusundan.
düşür rakımından,
çıkar sınırından...
benim sende gölgem kalır artık..
al oynat beni İstanbul.

ben seni çok yanlış sevdim İstanbul,
ama yanlış da olsa sevdim seni...
İstanbul...
İsyanbul...

Bi Melek Gördüm..

dün akşam bi melek gördüm

beyazlar içinde öylece usulca yatıyordu

kıyamadım uyandırmaya..



hiç melek uyurmu dedim kendime


ve bi türlü engel olamadım

mevsimsel bi yağış görüntüsünde

gökyüzünün ağlamasına..



dün akşam bi melek gördüm


küser gibi hayata..



dün akşam bi melek gördüm


taksim ilk yardım hastanesinin

dördüncü katında...

24 Ağustos 2010 Salı

Sevgili Dost...

Sevgili Dost;



Kalemimden kan damlıyordu.. Söylediklerim sanki ağzımdan görünmüyormuşcasına çıkan jiletler gibi karşımdakini yaralıyor kanatıyordu..

Ve bu yaralanmalar nedense en çok sana oluyordu.. Hiç haketmediğim bu dostluk denizinde bindiği teknenin yelkenlisini bıçağıyla yırtan şımarık bir çocuk gibiydim.. Yaptıklarım yetmiyormuş gibi teknenin güvertesine de kocaman bir delik açıyordum.. Sen ise sokakta top oynarken kırdığı cam için annesinin eteklerine kapaklanan çocuğa şefkatini gösteren bir anneyi aratmıyormuşcasına beni hep idare ediyordun.. Ama seninde bir sınırın vardı tabi.. Ben o sınırı bir çok kez aşmış sen her defasında bu son demiştin..

Ama biliyordum ki sendeki bu sonlar sınırsızdı.. Çünki sen gerçek bir dosttun.. Belki bu yüzden aymaz yaramaz ve serkeş davranıyordum.. En güçlü olduğumuz zamanlarda en büyük hataları yapıyorduk.. En herşeyi bildiğimizi zannederken cahilane cümleler kuruyorduk..


"Bir ressam çizdiği resme hayretle bakan adamın yanına yanaştı.. Adam ressama Üstadım sanırım resmi yanlış çizmişsiniz çünki çizdiğiniz evin kapısında açmak için anahtar yok der.. Ressam adama gülerek bu ev yüreği simgeler ve sadece içerden açıldığında dışarıdaki içeri girebilir der.."

Sevgili Dost;

Şimdi dışarıda olan benim.. Ve kapının anahtarı senin ellerinde..

Bir Dost..

20 Ağustos 2010 Cuma

doğmamış çocuğuma mektup denemesi

Sevgili; embiriyo halinden ete kemiğe bürünüp sürekli büyüyen, hayvan gibi masraf çıkaran her yaşında farklı bi sıkıntısı olan yavrum ve evladım.. Naber lan zibidi..

Sen bu satırları okuduğunda ben yaşını başını almış göt göbek bağlamış birisine dönüşüp hayatın sıkıntısına kapılmış bir ebeveyn olma ihtimalini göz önünde bulundurarak tam da beynimdeki kıvrımlar ışıl ışılken sana bir şeyler yazmaya karar verdim yavrum.. İstedim ki nasıl türlü türlü zorluklar çektik biz zamanında.. Dedenler neler söyledi bize nelerimize kızdı bil istedim.. Sen ufff baba ya böyle şeyler mi kaldı e-mail atsana diyeceğin için zaten digital ortamda hazırlıyorum yazıyı.. Eşşoğlusu bi nostalji de yaşatmadın ya neyse.. Evladımızsın sonuçta.. Kaç kere cami avlusuna bıraksam da bi şekilde geri gelmeyi bildin.. Bu yüzden çok değerlisin benim için..

Senin annen bi melek değildi yavrum.. Şirretin naletin önde gideni geride de durmayanı idi.. Yıllarca kafamın etini yedi durdu.. Benim kafa sağlam etlidir hee.. Gerçi şimdi yan odada bıraktığı yerden devam ediyor ya neyse.. Konumuz anan değil baban yavrum.. İstedim ki babanı bil tanı yavrum.. Nerden nereye nasıl gelmiş kimleri harcamış kimleri tüketmiş baban.. Dinle bak.. Gel otursana lan şuraya terbiyesiz herif..

Yavrum baban daha çocukluğunda kimseler tarafından istenmeyen sen gelme lan ayı diye dışlanan bir çocuktu.. Annemiz babamız sıradan her insan gibi ölçülere sahipken biz atalarımızdan aldığımız ölçüleri sergiliyorduk herkese.. Her sıradan çocuktan daha uzun daha yapılı daha dayanıklıydık.. Maçlarda tekme yer düşmüyoruz diye kovulurduk.. Kavga gürültüde pek bilmezdik.. Hanım evladı gibi yetiştirme özlemi vardı dedenlerin bizi.. Ama biz; ulan o çocuklarla bi daha konuş kulaklarını çivilerim şerefsiz lafları arasında kaçıp arkadaşlarımızla takılmaya da devam ediyorduk.. Ortaokul hatta lise yıllarında vasatın üzerine çıkamayan bi çocukluk yaşadığımı da burdan sana deklare ederim yavrum.. Sünepe aşşağılık çizgi filmden çizgi filme koşan, turbo sakızlarından çıkan araba resimlerini biriktiren mahallede yaşça bizden büyüklerin oynadığı misketi seyrederken ulan bir gün bende; bir gün
bende iç geçirmelerini yaşardık.. Lanet nefret gitsin ki biz o adamların yaşına geldiğimizde misket yalan olmuş taso diye plastikten bi zamazingo keşfedilmişti.. Biz hâlâ erkek adam plastiği ellemez aga modundaydık ama gidip tüm paramı yatırdığım misketler de elimde patlamıştı hani.. Yıllar yılları kovaladı lisenin son sınıfına kadar yükseldik.. Yükseldik diyorum bizim sınıfı okulun en üst katına koymuşlardı dengesiz yöneticiler.. Abi olmuştuk en ağır hissettiğimiz zamanlarda.. Neyse oraları es geçiyorum baban en büyük sıçramayı üniversitede yaptı çünki evladım..

Üniversiteyi ilk kazandığım yıllarda taşına toprağına kiline kumuna humusuna ayrı ayrı hasta olduğum şehirden İstanbul'dan da ayrılacaktım herşeyi geride bırakarak.. İstanbul hiç gitme kal demedi.. Hatta sittir lan yürü git lan die nerdeyse taş bile atacaktı arkamdan.. Kahvesi berbat koltuğu rahatsız edici hep soğuk ilçelerdeki dinlenme tesislerinde duran bir otobüse binip terketmiştim İstanbul'u.. Otobüsten indiğimde hayal kırıklığın başkentine gelmiş gibi hissediyordum kendimi.. Hiç uğruna şiirler yazılan İstanbul'uma benzemiyordu.. Western filmlerinde terkedilmiş izbe bir yol üstü kasabası kıvamındaydı geldiğim yer.. İstanbul çocuğu olmamın verdiği yetkilere abanarak önüme gelene sorular soruyor suratımın topoğrafyasını belleklere kazıyordum.. Okulun ilk zamanları aynı çocukluğumun ilk yıllarda dışlandığımız gibi gene dışlanıyorduk.. Yüzüne bakmağa doyamacağın cillop gibi hatunlar ağaç diplerinde kümelenmiş kıyafetine şekline şemaline aldanılmış erkek müsvetteleriyle muhabbet ediyordu.. Bir avuç apaçi olarak karşı devrim başlattık bizde.. Bizde bir dışlama mevzusu başlatacaktık.. Tabi başı da ben çekicektim.. Okulun bahçesinde uzun eşşekler kısa sıpalar orta boylu sığırlar oynuyor şen ve göğü yırtarcasına bir aymazlıkla kahkahalar atıyorduk.. Okulun bahçesindeki havuza sırayla birbirimizi atıyorduk.. Tüm okul hayranlıkla bizleri izliyordu.. Hee içlerinden bazısı ulan dallamalara bak öküs lan bunlar demiş olabilir ama zaman sonra aga bizde katılalım mı size bakışları ile karşımızda melül melül bekleşiyorlardı.. Kimseyi umursamadıkça kalabalık gitgide artıyor en sonunda okul yönetimi bahçede top oynamayı yasaklıyordu.. Bizde bu durumu protesto etmek maksadıyla evden çıkarıp getirdiğimiz tül perde ile okulun bahçesindeki havuzda bulunan ala balıkları yakalayıp pişirip bir güzel de yiyorduk.. Okulda çömez sınıfları arasındaki namım almış başını yürüyor üst sınıf abi ve ablaların takdiri aşiyanına kurban gidiyordum.. Gel lan aramıza katıl makara çocuğa benziyorsun diye çağırıyorlar ders çalışmam lazım diyerek reddedip okulun arka bahçesinde basketbol potasını kırarcasına smaçlar basıyor hayvanlar gibi oynuyorduk arkadaşlarla.. Biz ittikçe onlar bunlarda bi numara var deyip daha da sıkıştırıyorlardı bizi.. Bakarmısınız arkadaşım diyerek bi kamyon üst sınıf bizi kovalıyor bizde kaçıyorduk.. Yakaladıklarında ne kaçıyosunuz lan malmısınız diye de bi ton kızıyorlardı bize.. Neyse işte böyle böyle derken mezun olacak abiler ablaların zamanı daralıyor ortam bize kalıyordu.. Bunlara unutamayacakları bir anı bırakmamız lazım diye hissediyorduk.. Vee geceden kurulan ilçe pazarını yağmalamaya karar veriyorduk.. Bi kaç poşet meyveyi araklayıp önlerine koyduk alın yiyin suratınıza kan gelsin de ananız babanız sizi görünce sevinsinler istedik.. Bunları yollayıp ortamı tamamen biz devraldıktan sonra yeni gelen öğrencilere birkaç çöm şakası yaptıktan sonra çömezlik muhabbetini tarihe gömmeye karar verdik.. Bir kardeş gibi, arkadaş gibi takılmaya başladık herkesle.. Tamam gece odun çalmaya çıktığımızda onlara taşıtıyorduk malzemeleri ama bizimle aynı sobanın yanında ısınmalarına da izin veriyorduk.. Şen şakrak matrak ve bi sürü olayların yaşandığı şeyleri de başka bir zaman anlatırım evladım..

Okul bitmişti işte şimdi papellere geldik diye hayıflanmalarımıza epey zaman vardı.. Ailemiz bizi biraz idare ettikten sonra git çalış eve ekmek getir neyim demeye başladılar.. Hatta babam dozunu artırıp ara ara küfür felan da ediyordu.. Gittim devlet dairesinde iş buldum kendime.. Devlet İstatistik Enstitüsünde sayım görevlisi olarak işe başlayıp gururlanarak eve gelip babamın suratına al işte devlete kapak attım sırtımı yasladım diye sevinirken ulan malak evladım bu iş iki aylık gerçekliğini başımdan aşşağı bi avuç kaynar su dökülüyormuşcasına yaşadım.. İş iştir lafa bakılmaz diyerek gittim çalıştım.. O dükkan senin bu dükkan benim anket düzenleyen şerefsizler gibi dalıyordum heryere.. Bazısı sert yapmaya çalışıyor kaymakamlık yazısını gözlerinin içine sokuyor akıllı olun lan bi kamyon polisle doldururum burayı diye de tehditler savuruyordum.. O işte bitmişti evde annemle beraber o dizi senin bu dizi benim seyrediyor.. Annem pazara markete gittiğinde gelip Marimarın durumunu bana soruyor anne Hose terbiyesizi Marimara şöyle pislikler şöyle aşşağılıklar yaptı diye de anlatıyordum.. Evde aylak ve miskin bi yaşantım olmuştu mis gibi ulan kimse bozmasın bu rüyayı der gibiydim.. Ama her filmde kötü adamlar olduğunu hatırlatırcasına babam bana bi tanıdıkların yanında iş bulduğunu söyleyip hayallerimin üzerine beton döküyordu.. Artık her sabah kargaların bokuyla cebelleştiği saatlerde kalkacak, taşlı topraklı yollardan yürüyecek, menem yokuşlar çıkacak, o metro senin bu otobüs benim iş denen gençlik törpüsüyle hayatımı şekillendirecektim.. Aynen dediğim gibi de oldu.. İşte ananda böyle bir zamanda çıktı karşıma yavrum.. Çıkmaması için çok direndim çok yollarımı değiştirdim ama o bir şekilde gelip buldu beni.. En sonunda nasıl yaptı nasıl kandırdı bilmiyorum kelepçeledi parmaklarımdan.. Sonra seni verdi bana.. Bak evladım adam ol, insan ol insanlara saygılı olmasanda yaşlılara terbiyeli ol diye yazıyorum bu kadar şeyi.. Ağzında yalan varken asla konuşma.. Konuşacaksan da adam gibi babana yakışır orta yolu bulacak dötünü dertten beladan kurtaracak seviyede ve kalitede yalanlara bulandır sözcüklerini.. Hiç kimsenin kalbini kırma, böbreğini bıçaklama, ayağına basma, yanlarında burnunu karıştırma, ayakkabbılarını çıkartma.. Yavrum köprüyü geçene kadar ayıya dayı deme dayınlara istersen ayı diyebilirsin ama annenin yanında deme emi.. Zaten manyağın teki bi de onunla uğraşmayalım..

Cümlelerime son verirken bana sorabileceğin herşey için seni arka oda da tv seyrederken bekliyor olacağım.. Kendi hayatını kurduğunda beni daha da iyi anlayacağını umarak hoşçakal yavrum..

Baban..

16 Ağustos 2010 Pazartesi

16 Ağustos'unu 17 Ağustos'una Bağlayanlar...

Şen ve keskin kahkahaların havada daireler çizerek göğü yırttığı gündü o gün.. Umutlar, neşeler, kederler, sevgiler, nefretler ve insanı insan yapan saymaya kalkamayacağımız yüzlerce binlerce duygu karışıyordu tüm benliklere..

Dişinden tırnağından artırıp kendine altı ciheti duvarlarla örtülü bir ev alan Hüseyin Amca'da; aldığı evleri koleksiyon yapar gibi biriktiren Serdar Bey'de yarına dair umutlar biriktirecekti yürek kumbaralarında... Bazı evlerde ailesel kavgalar gerçekleştirilecekti, bazılarında inadına bir mutluluk sipariş edilecekti.. Küçük Cüneyt sabah kalktığında babasının kendisine aldığı bisiklete binecek arkadaşlarına havasını atacaktı.. Minik Uğur acaba beni yarın aralarına alıp top oynatacaklar mı hülyalarına dalacaktı.. Selim, Engin, Sedat, Şevket yarın hep birlikte kahvede bir masa kuracak öğlen saatlerine kadar oyunlar oynayacak sonra kız tavlamaya kalabalık yerlere gideceklerdi.. Ayten, Sevgi, Sevda yarın buluşacak mahallenin en yakışıklı çocuğuyla çıkan Meltem'i çekiştireceklerdi.. Bazısı yarına bile hayal kurmayacak o an ki gününün derdiyle cebelleşecekti.. Bazısı kapıcısı olduğu apartmanın işlerini bitirmenin verdiği gururla kendisine şunları diyecekti.. Bugünü de bitirdik çok şükür yürümekten şişen ayaklarını ovalarken.. Çalışan işçiler patronlarının isteklerini yerine getirmeye çabalamanın karşılığını azar işiterek görmenin hayıflanmasında olacaklardı gözlerini yumduklarında.. Osman sevdiğe kıza açılacaktı yarın tüm cesaretini de toplayarak.. Ev hanımları sabah kalktığında hergün temizledikleri evlerini daha da nasıl temizleriz daha ne kadar piskopatlaşabiliriz acaba derdini taşıyarak yatacaklardı.. Yaslayacaklardı sırtlarını kocalarının tüm yatakta sürünerek daha da ısıttığı yataklarına.. Bazısını da uyku tutmayacak televizyonda en sevdiği dizinin tekrarını sevinçle seyrediyor olacaktı.. Anlıyacağınız herkesin bir planı olacaktı gecenin en kör karanlığında .. Ve bu insanların hiçbiri için sabah olmayacaktı birdaha.. Bir varmış bir yokmuşcasına yitip gideceklerdi umutlarıyla bu dünyadan.. Ama en çok da aramızdan kaybolacaklardı..

Önce içten içe yükselen bir uğultulu surround ses, sonrasında çatırdamalı ses efektiyle güçlendirilmiş; her sene yüksek maliyetlerle yapılan ama tutmayan hollywood sahnelerinde dümenden yıktırılan binalar eşliğinde bir yokoluş sahnesi getirilecekti plazma ekranlı hayallere.. İşte bu insanlar sizin hayranlıkla seyrettiğiniz o filmlerdeki yıkılma sahnelerini yaşayacaklardı.. Hiçbirzaman ballandıra ballandıra da anlatamayacaklardı.. Asla da mevzusunu yapamayacaklardı.. Ve şuan bunu anlatabilenlerin, okuyabilenlerin, yazabilenlerin, şahit olabilenlerin ne kadar aymaz ne kadar ahde vefasız insanlar olduğunu gösterecekti enkaz altında kalan bu yürekler.. Sanki iskambil destesinden yaptığı prizmatik kulesi yıkılıyormuşcasına umursamaz insanlar haline dönüşecektik hepimiz.. Hep suçlayacak insanlar arıyacaktık..Bulunca çılgınlar gibi sevinip sanacaktık daha mutlu daha huzurlu ölmüş olacak taş yığınlarının altına bekleşen cesetler.. Ve inadına o taş yığınlarının altından insanlar çıkacaktı günler sonra film seyreder gibi enkaz seyredenlere insanlık öldü mü diyerek... Herşeyi devletten bekleyen gelsin devlet kurtarsın arsızlığını yaşayanları da görecektik ekranlarda.. Ama sesimizi çıkarmayacaktık ölen binlerce insanımızın ruhlarına saygısızlık olacağını düşünerek..

İşte böyle bir gecede bağlandı tüm hayaller imkansızlığa.. Siz hangi isteğiniz olmadı diye ağlamıştınız sabahlara kadar.. Hangi istekleriniz gerçekleşmedi diye kırmıştınız kalpleri.. Kaç kişiden oluşuyordu sizin hayalleriniz.. Mutlu mesut bir hayatın terkisinde kaç tane daha istekleriniz gerçekleşecekti gerçekleşmeyen yüzbinlerce hayali yok sayarak.. Hayaline sakat olarak devam edecekleri ve hiç devam etmeyecekleri düşünürek isteyin tüm isteklerinizi; bir sonrakinde siz olacağını düşünürek kafanızı koyduğunuz yastığınızdan...

17 Ağustosu her sene yaşanır ama acısını bir daha yaşamamak umuduyla.. Açılan her yürekteki kurumayan yaraları görüp aynı hızla kaparcasına..

Rahmet dileklerimle tüm ölenlere ELVEDA...

14 Ağustos 2010 Cumartesi

yaşantımı yaşantına yasladım... (deneme)

hayat; neresinden tutarsan tut hep olmayacakların gerçekleştiği buna rağmen istemekten bir türlü vazgeçilmeyen yaşam formunun halk arasında bilinen adıdır.. insan yaşamı ile ölümü arasında sıkışıp kalan yılları ya süper hatıralarla anacak yada geçmişimin içine sıçayım ulan diye hayıflanıp miskin miskin hayallere dalarak anımsayacaktır.. işte bu serzeniş dolu hayatın içinde insan; ne yaparsa yapsın kendisini mutlu hissetmek istediği biri yada birilerine mutlaka yaslayacaktır ömrünü.. bir iki üç dört belki defalarca deneyecektir ama mutlaka deneyecektir.. çünki insan yalnız kalmayı beceremeyecek kadar cühela bir varlıktır.. yalnız bazı insanlar kalabalıklar içinde bir başına kalabilirler.. onlarda gerçekten sevebilen insanlardır..

işte böyle ılık bir sonbahar akşamı yasladım yaşantımı yaşantına.. ben yaslandıkça kaykılıp düşecekmiş gibi olan büro koltuğu gibi yaylanıyordun arkaya.. ama hiç düşmüyordun hacıyatmazcasına.. günler günleri kovalıyor sonbahar yerini ilkbaharı yaşatmadan yaza zerk ediyordu.. yaz deyince akla ilk düçar olan nedir peki.. tabi ki neme bulanmış nefes almayı zora sokan sıcaklar.. işte öyle bir sıcakta vücudumdan asla çıkmasını istemediğim halde zorla çıkan ter gibi çıkıverdin hayatımdan.. öyle ıslak öyle kaygan öyle can sıkıcı.. yemelerim içmelerim bir başka olmuştu artık.. ne yana baksam sen oluyordun, sonunda sen kokuyordun ve ben bitiyordum.. zamanın herşeye ilaç olacağını biliyordum ve hergün aç karnına iki doz alıyordum senli hayallerden..

günlerim hayret, hasret ve muammalar içinde sürüklenirken yazmak denen illete kapıldım.. çok zamanın kalmadı dediler.. ne yazarsan o kadarını yazacak kadar zamanın kaldı dediler.. içindekini dışına kusman için son radden, son demin dediler.. ve bu söylemler üzerine en güçlü silahını almış bir komutan gibi saldırdım ordularımla bembeyaz sayfalara.. hıncımı sanki harflerden çıkarıyormuşcasına kelimeler oluşturdum cümlelerimin arasına.. ve o cümleler en çok seni anlatırken en çok da sen olmuyordun mısralarımda.. senli bir sensizlik yaşıyordum yazılarımda.. gerçek hayatımda hiç olmayacağını bildiğimden sarıldım sanırım gudubet paragraflara..

sen diye bir ben oluşturduğumu anladığımda açtım gözlerimi o derin uykudan.. ve herzaman olduğu gibi ben gözlerimi açtığımda sen uyumakta oluyordun.. ''kaldırımların kalbinden taşıyordum'' üzerimden geçen onca insanı umursamazken.. ve sen hiçbir zaman geçmiyordun o karanlık sokaktaki kaldırımdan.. işte ''ben o kaldırımların emzirdiği çocuktum'' sen ise kaldırımlara küs ''araba sevdası''na dalmış bir hezeyandın..

hezeyanım ve heyacanım adına; başka bir ömür, başka bir oluşumda rastlaşabilmek elvedasıyla merhaba...

12 Ağustos 2010 Perşembe

günlüğüme yazdım da geldim..

sevgili günlük;

sana yazamadığım günlerde gezdim tozdum durdum sürekli.. öyle mutlu günler mesut saatler yaşadım ki anlatamam dicem ama zaten anlatıyorum sana.. şaka lan şaka İstanbul hiç durmayacakmışcasına yağan yaz yağmurları ile beni eve hapsettiğinden beri hayata daha farklı bakmaya başladım..

nerden nereye gittiğimi henüz kendimin de kestiremediği günleri yaşamaya devam etmekteydim.. hayatım kendinden bağımsız metaforlar ve aforizmalarla ironik bir şekilde sürerken bildiğim herşeyin aslında sadece benim gördüklerimden ibaret olduğunu öğrenmiş bulunmaktaydım..

işte böyle ciddi cümleler kuruyordum artık günlük dostum.. sabahları işe giderken evlerin camlarına bakıyordum.. hayır lan karı kız var mı die bakmıyordum hemen nerden nereye götürdün mevzuyu.. her evin aynı camları olmasına rağmen farklı perdeleri olduğunu her perdenin ardında farklı hayatlar yaşandığını düşünüyordum.. sonra sanane lan milletin hayatından iç sesim yükseliyor dışıma ve bi bakıyordum hoooop metroya gelmiş oluyordum.. kendimi kandırarak içimle arkadaş olduğumdan beri o menem yokuş da koymuyordu artık bana..

günler günlerimi böyle kovalarken benim bişey kovalamaya mecalim kalmamıştı.. çalıştığım şirketin bulunduğu yerde koridorda elektrik idaresinden kaçak oluşan cereyan dalgasına kaptırmış; yaz ayında üşütmüştüm bedenimi.. başım ağrıyor midem bulanıyordu durmadan ve enteresan olan şu ki hiç bi arkadaşım ulan Orhan acaba hamilemisin espirisini yapmıyordu.. büyüyorduk sanırımsam.. işten izin almış abi hiç iyi değilim dümeniyle evde günümü gün edecektim.. planlarım tam da kurguladığım gibi sürerken evde olduğumu fırsat bilen arkadaşlarım benden sürekli bişeyler istiyordu.. Orhan şunu yolla Orhan madem evdesin bunu da yollasana lan.. hatta bi tanesi utanmadan sıkılmadan hasta bedenimle kendime ait olduğunu dahi kanırtamadığım usb flash belleğimi getirmemi istiyordu.. hem hastaysan getirme deyip hemde telefonda boynunu kedi gibi bükerek beni zor durumda bırakıyordu.. Mert geçen sene ki hüzünlü bir trafik kazasında çıkan yangında oluşan selde boğularak ölmüştü ama mertlik ölmemişti tabi.. naçiz bedenimi son bir güç dalgalanması ile yerinden oynatıp vefanın aslında bozacı olmadığını ispatladım arkadaşlarıma.. ve hasta bir insana goril gibi yürüyosun deme cürretini kendilerinde bulan kaypaklıkla alıp gittiler flash belleğimi benden.. lojman griliğindeki metro binasına..

çok geçmedi aradan o bana goril diyen arkadaşın babasının kalbi kriz çıkardı.. globalleşen ve daralan dünyadaki ekonomik krizlere alışık olan bizler için alışıla gelmemiş bi durumdu bu tabi.. aort damarlarının dolmasıyla oluşan bu krizler sadece o kalbi taşıyan bedeni değil o bedenle gönül bağı olan herkesi etkiliyordu.. hayat bir film şeridi gibi gözler önünden geçiyordu.. dualar göğü dövüyordu.. 10 bin bakımı yaptırırcasına vücudun yedek parçaları ameliyat denen mevzuyla yer değiştiriyordu bedenin muhtelif bölgelerinde.. ve sonuç olarak başarılı bir ameliyat sonucu stand by konumuna geçmişti herkes ve herşey.. arkadaş olarak hasta ziyaretinde bulunulması icab ediyordu.. koala soyundan geldiğini sandığım arkadaşım Tayfur'a lan oğlum gidelim bi ziyarette bulunalım safımız belli olsun dedim.. İçine tripanazomigambiyetsiz mikrobu (tembellik mikrobudur) kaçmış arkadaşım Tayfur'la Emniyet Metro durağında buluşmak üzere antlaştık.. (antlaştık diyorum yemin ettirdim gelsin die.. -yemin et lan gelcen dimi -uff gelcem lan tamam gibi konuşmalar geçiyordu aramızda) Metro durağının önüne çıktım.. Tayfurun gelip beni o hayattan kurtarmasını bekleyen çokca bir yosma gibiydim o kaldırım kenarında.. bir o yana bir bu yana kaldırımda voltalar atıyordum.. Allah'ım bana da kaldırımlarım kalbinden tak diyordum üzerimden yürüsünler ama duymasınlar diyordum.. Polisler bana bakıyorlar mı lan acabasındaydım ama zerre kimsenin iplediği yoktu beni.. o esnada da zaten Tayfur çıka geldi sokak başından.. Moruk naberleşmelerinden sonra hastanenin yerini biliyomusun dedim; onun da benden farkı yoktu yaşadığı şehirden bi haberdi.. teknolojinin nimetlerini hunharca kullanmaya karar verdik.. Cep telefonumdaki navigasyon yardımı ile bulacaktık hastanenin yerini.. Gps aletinin bize vermiş olduğu koordinatlar farklı bi yeri gösteriyor gibiydi kıllandık tabi; o esnada dirililiiilliiilliii dirililililliiiii die çalan telefonda Tayfur katılımcıya hastanenin yerini soruyor tam aksi istikamet olduğuna yemin içiyordu.. Uzun uğraşlar ve 47 kişiye sorarak hastanenin yerini bulmuştuk.. geçmiş olsunlar ciddiyetindeki efendi kişiliğimiz kaç dakika sürerdi sanıyorsun günlük dostum.. aynen öyle oldu arkadaş babasının yanına gittiğinde ortam bize kalmıştı.. arkadaş abisini yanımıza bırakmış alın tepe tepe kullanın diyordu.. bir kaç ciddi muhabbetten hemen sonra ve edebi bir kaç cümle kurduğum an itibariyle arkadaşın abisi hastanenin değnekçisi edasıyla gelen arabalara yer gösteriyordu.. hiç tanımadığı insanlarla kucaklaşıyor kanımca abi Allah'ınızı severseniz çaktırmayın şurda oturan iki tane elamandan bunaldım tanıyormuşuz gibi az durun yanımda diyor sanıyordum.. saatde ilerliyordu.. izin aldık ve hastaneden ayrıldık.. zaten ayrılmasak hastane önünde yasak olan herşeyi yaptığımız için bize bir şekilde birileri izin verecekti..

yolda giderken guruldayan midemiz sinyal uyarıları ile akşam yemeği yemediğimizi haber veriyordu.. günlerce mavi marmara gemisine saldıran siyonist israile kahrolsunlar çeken biz; sistemin en büyük yandaşı olan börgır kinge girip hamburgerleri iç ediyorduk.. tayfur az biraz ısrar etti gel lan bizde kal die.. hiç yok lan olmaz demeden kabul ettim bu teklifi.. amacım tayfurun yaşadığı yeri tespit etmekti.. yolu ezberlememi istemiyormuşcasına beni şaşırtmalı yollardan götürmüştü.. üstüne birde on sekiz kat yukarı çıkartmıştı.. tam hayalini kurduğum gibi sürekli ikramların olduğu bi eve gelmiştim.. çikolatanın biri gidiyor gofretin biri geliyordu.. dondurmalar kolalar meyva suları havada uçuşuyordu.. beni etkilemeye çalışıyor gözümü boyamaya çalışıyorlardı.. hayır işin garibi etkilenmiştim de.. bir film seyrettikten sonra saatin 2 buçuk olduğunu görüp oha lan dağılın uyucam ben dedim.. sabah erkenden kalkıp ardımda bir not dahi bırakmadan terkediyordum evi.. böle gizemli bir hava oluşturacağımı sanıyordum.. gittim ya kimse aramadı lan beni.. gizemim öle kendi kendimde kalmıştı..

sonrası çile bülbülüm çile misali.. aynı günü tekrarlayan bi önceki günün dejavusu gibi sıradanlaşıyordu.. günlük dostum ben yatıyorum saat epey geç olmuş sende abartma istersen.. yazışmak temennisiyle günlük dostum kendine iyi davran...

öylesine...

sevgili günlük;

evet nerdeyse aylardır sana birşey yazmıyorum farkındayım ama sende bana
bişeyler yazmadın ki arkadaş böyle bi arkadaşlık olmaz..olamaz.. neyse iç
meselemizi milletin gözü önünde tartışmayalım..bilahare hesaplaşacağız
seninle..

şöyle geriye dönüp baktığımda neden yazmadığımla alakalı tek bir nedene dahi
rastlayamadım.. bugün yazmamdaki amaç ney vallahi bende bilmiyorum..
hersabah o menem yokuşu çıkıyorum hala; insanlar gene umursamaz gene aymaz
gene kendini beğenmiş birer et yığını olarak o yokuşun tepesinde beni bekler
halde oluyorlar..elimi cebime atıyorum ve akbilimin her üç günde bir
bittiğini farkediyorum.. param bitmesin die az az yüklediğimde sanıyorum ki
daha mutlu olacağım..ancak her üç günde bir doldurmamdaki amacı burdan
herkese de deklare etmek isterim..şimdi her üç günde bir yüklediğimde büfeci
amca sıfatımı ezberleyebilecek olası bir durumda bana ekstradan bi yükleme
yapabilecek kanısındayım.. tamam 3 aydır bi numara yok ama ben umutla
beklemeye ve azmetmeye devam ediyorum..

günlük dostum sana yazamadığım zamanlarda twitter denen siteye tam 6000 tane
şey yazdım.. hepsi hayata dair ufak hatırlatmalardı..hatırı sayılır bi
takipçi listesine de ulaştım.. ama baktım ki bana mutluluk veren kişiler
ordakiler değilmiş.. her gün gündüz çalıştığım yerdeki insanlarla geyikler
akşam evde twitter facebook ve emesendeki konuşmalar beni gitgide kendimden
uzaklaştırmıştı.. bende oyunlara daldırdım kendimi lanet nefret gitsin ki
bejelewed blitz die bi oyuna kaptırdım yakamı.. ne yapsam ne etsem
arkadaşlarımın ulaştığı rakamlara erişemedim.. kendimmi salağım acaba die
hayıflanırken yüzyılın en büyük yalanında aradım mutluluğu.. tuş
basmıyordu.. evet evet mouseum iyi değildi.. böyle avutuyordum kendimi..

hayatım tam bi buhrana doğru sürüklenirken biri çıktı karşıma..bir dost bir
arkadaş bir gönül insanı..aslında iki kişi çıktılarda uzay mekiklerinin uzay
boşluğuna çıktığında yakıt tankını atması gibi ayrıldı aramızdan bi tanesi..

o sinema senin bu sinema benim filmlere gitmeye başladık.. yılların film
eleştirmenlerini aratmayan ukalalıkla bu olmamış bu tırt böle sahne olmaz
olsun gibi yorumlar eleştiriler getiriyorduk milyonluk yatırımlara.. mc
donald's ta burger king de ayın müşterisi değerlendirmelerine nerdeyse konu
oluyorduk..

sonra yıllardır yapmadığım bir şeyi yaptım sabahın en kör karanlığında
kargalar daha bokuyla cebelleşmemiş üzereyken hemde..pazar kahvaltısı..evet
evet pazar kahvaltısı hemde tam saatinde..böle ormanlık bi alanda sabah
kahvaltısında sanıyorsunuz ki insanlık dışı yemekler yiyeceğim.. yok arkadaş
temiz hava önce çarpıyor sonra da sindirim sisteminizi yavaşlatıyor ve
sadece el kadar bişeyler yiyebiliyorsunuz.. sonra arkadaş grubuylan
kiralanan bisikletlerle atılan bi saatlik tur.. evet keyifli sizi
çocukluğunuza sürükleyen bi macera duygusu ama yıllardır binmiyorsanız ve
heleki sele sizin ağırlığınıza göre tasarlanmamışsa ertesi gün tarifi
imkansız bir ağrı ile sabahı ediyorsunuz..

o gün şampiyonluk düğümünün çözüleceği günle aynı güne denk gelmişti
ormanlık piknik macerası.. aramızdaki tek fenerli arkadaşım maçı seyretmek
istediğini deklare etti.. kimse buna yanaşmadı.. ben seyredebilirdim.. iyiki
de seyretmişim diyorum şimdi.. yoksa bi sürü şeyden mahrum kalacaktım..
fenerbahçe maçını seyretmek üzere kadıköy vapuruna bindik.. hava herzamanki
gibi muhteşemdi.. vapurdan indiğimizde horon ekibi karşıladı bizi..hiç
gereği yoktu oysaki.. biraz onlar seyrettikten sonra hiç gitmediğim kadıköy
sokaklarını dolaşmayı teklif ettim arkadaşıma.. kadıköydeki her fenerli
şampiyonluk havasına bürünmüş deliler gibi yeri göğü inletiyorlardı..
kadıköyde geçen sene tuttuğum takım şampiyon olduğunda bizi dövenlerin bu
sene beşiktaş sen bizim herşeyimizsin tezahüratları çok manidar gelmişti
bana.. ama yinede pis bir şekilde gururlandım bundan.. maç saati yaklaşmış
tırım tırım seyredecek yer arıyorduk en sonunda samatyalı aziz vefayı yıllar
önce dövdürüp amerikada tavuk ekmek satmasına mani olan kentucky amcanın
friend chicken lokantasında beleşten maçı seyrederek yılların intikamını
alıyorduk.. maç başladı.. rakip maçta bursa golü buldu.. herkes beşiktaşıma
küfürler ediyordu.. sonra fener golü buldu.. sonra bursa ikinci golü buldu..
o esnada trabzonda fener ağlarına bir gol bırakınca ihaleye fesat karıştı..
fenerin 35 e yakın pozisyonu kalesinde insanlığından sıyrılan trabzon
kalecisinde kalıyordu.. maçın son anlarında kimin nerden nasıl söylediği
hala muamma olan bjk 2. golü buldu anonsu duyuldu.. curcuna içinde herkes
doyasıya seviniyor biraz önce küfür edilen bjk lehine tezahüratlar
inliyordu.. garip bi gururla dolmuştum ki haberin feyk olduğu geldi.. herkes
yıkılmıştı.. hüsran ve sinir harbi yaşanırken belki de o esnada en çok
dövmek istedikleri bjk taraftarı tam burunlarının dibindeydi die düşünüyor
ayrıcada tırsıyordum.. Allahtan arkadaşım satmadı beni.. yoksa istanbulun
yedi tepesine gömülmek üzere yedi parçaya ayrılmış olacaktım..

böyle böyle derken günler günleri kovaladı sevgili günlük.. evet şuan biraz
uzatarak yazdığım günlük yazıma burda nokta koyarken hayatta herşeyin
aslında paylaşınca güzel olduğunun farkına vardım..

paylaşım duygusunun dinmemesi temennisi ile..

birkaç günlük yazı 2. kısım

sevgili günlük;

en son dışarı çıkıyorum dedim ya sana evet çıktım..her yan günlük güneşlikti..üzerime bi t shirt altımada bi kargo pantolon çektim çıktım dışarı..kendimi kasa kasa yürüyorum..hoş kime kasıyorsam kendimi.. mahallede kız mız kalmamıştı..yeni bi bina yapıldı mahalleye dev yarasa bişi..umudum vardı o binadan ama orasıda tırt çıktı..neyse köşe başına kadar gelebildim..beni ferit yakaladı..gel illa assagi inelim bilardoda sıra yoksa oynayalım dedi..iyi dedim indik..(indik diyorum hani biz dağda yaşamıyoruz kot farkından dolayı biraz aşşağıda kalıyor)..

4 tane masada 9 ar kişi sıra vardı..bu demek oluyordu ki 36 kişi sıra bekliyordu..iki kişi oynadıklarını da göz önüne alırsak tam 72 kişi oyun oynamanın derdindeydi..vay anasını sayın seyirciler dedim ve kenarda abimin oyun oynadığı masaya yumuldum..beleşten bi iki çay içtim..sıra gelmeyeceğini bildiğimizden çıktık dışarı..geldik mahalleye geri..mahallede bi şenlik havası vardı..nedeni selçuk adlı arkadaşım evleniyormuş koşturmaca ondanmış..vay anasını dedim içimden..bu mevsimde evlenilirmi..ben yatakta bi başıma buhranlara giriyorum sıcaktan adam artık iki kişi olacaktı..düşünmesi bile beni terletti...

köşede bi kalabalıklaşma oldu..zibidi tayfasından temelhan,emre,ibo,aşkın,ilhan ve ismini hatırlamadığım bi kaç kişi vardı..temelhanla ben sazı elimize almış bi o bi ben aşıklar gibi atışıyoduk..emrede ağzıyla saz sesi çıkarıyordu..espiriler fıkralar havada uçuşuyordu..öküs gibi gülüyorduk..o esnada sonat geldi..hacı dedi gel senle gaziosmanpaşaya çıkalım bişiler bakalım dedi..ii tamam dedim yol üzerinde bi güveççiye sokup iki güveç ısmarlattım zorla..

gittik gaziosmanpaşaya yer gök insandı..anneler günü münasebetiyle bu kadar kalabalık vardı die düşündüm..ama kalabalığı gördüğümde bu insanların dertleri elleri öpülesi annelerine hediye almak değil serseri mayın gibi gezmek olduğunu anladım..millet bayramlıklarını giymiş gibiydi..herkeste bi alım bi çalım..bi fiyaka..ne oluyo nen dedim..biraz dolaştık sonra geri dönmeye karar verdik..mahalleye geri geldik..

ferit bi araba ayarlamıştı hacı dedi gel bi gidelim şu düğünde bi görünelim dedi..iyi dedim gittik..en arka masaya oturduk..kadir inanır gibi etrafa rol kesiyordum..ağır abi havalarında..bizi zerre ipleyende yoktu hani..dedim kalk gidelim ferit..kalktık..dışarı çıkarkende bizi ipleyen yoktu..sadece mahalleden bi arkadaş gördü..gidiyormusunuz dedi..evet dedik ve çıktık..

mahalleye yine gelmiştik..sokak terkedilmiş vahşi batı kasabaları gibiydi..öyle uzun uzun boş sokağa baktım..sonra üşüdüğümü farkettim..hava soğumuştu..eve gitmem gerektiğiyle alakalı beynime bi komut geldi..beynimde ayaklarıma koş dedi..koşarak eve gittim..

ve yeni bi günün; bana yeni şeyler öğretmesi için bilgisayarımın karşısında amors durup zamanın akmasını seyre koyuldum..

birkaç günlük yazı 1. kısım

sevgili günlük;

bi kaç gündür sana bişeyler karalayamıyordum..işlerim mi vardı? hayır!! hani insan günlüğüne filmlerde dizilerde günlük tutup enteresan şeyler yazan insanlar gibi yazmak istiyordu ama nafile..neden benim de günlüğüm ''butterfly effect'' filmindeki gibi bi günlük olmasin die iç geçirdim günlerce...yaw sabah metroya uykulu uykulu binip sonra belediye otobüsü ile işine giden adamın hayatında ne gibi bir atraksiyon olabilir ki sorarım size..

herkesin elinde istanbulda beleşten dağıtılan kıytırıktan iki gazeteden birisi muhakkak vardı..bi kenarda durmuş sözde bişeyler okuyorlardı..karı kız fotolarına bakıyorlar ne okuması..kızlar gene kasıntılı erkekler yine polat alemdar tribindeydi otobüste...hani sabahları galata köprüsünden geçerken içime teneffüs ettiğim enfes boğaz havası olmasa ne o seyahat çekilir ne de bu hayat çekilirdi..

otobüsten indim ve hayatımın sanki en uzun yolunu yürüyordum..ben adım attıkça sanki arkamdan birisi tüm dekoru geri çekiyordu..

iş yerinde buhran dolu dakikaları cuma günü geçirmenin en sevdiğim yanı o gün tahsilat günü olduğundan benim de dışarı çıkıyor olmamdı..hem müşterilere gidiyor hemde tarihi eminönü sokaklarında salına salına geziyordum..

akşam oldu mahalleye geldim..bilardo oynamasından zerre anlamayan ama intihar etmesinden tırstığım ferit kod adlı arkadaşıma hacı ne güzel oynuyosun platin bilardo turnuvalarına girsen derece yaparsın gibi aradan gazı veriyordum..zaten biraz bilardodan anlasa benim gibi istekanın kıç kısmıyla atış yapan adamı rahat yenerdi..

sıra beklerken bilardoda tüm zamanını geçiren güruhtan birisiyle maç ayarlamış..hacı ben bi oynasam dedi..bende tamam dedim..yusuf abinin meşhur halk ekmeği tostundan bi karışık yedim...arkadaşımda öbür elemanın sayılarından yedi bolca..ilk set direndi ama kaybetti..ikinci set kazandı..son set gömleğinin düğmelerini bile yırttı arkadaşım..skoru sölemek bile istemiyorum..

bu esnada da telefonumun hücresel mesajlarının biri gidiyor birisi geliyor..bjk maçında dk.9 iken mac 4-0 olmuştu..hemen bi matematikçi gibi hesaplamalar yaptım..dedim maçın 36-0 bitmesi lazım hesaplarıma göre 90 dk sonunda..ben öle dedim durdu takım..aradan biraz zaman geçmedi ki trabzon bi gol atti trabzonlulardan çok gs lılar zıpladı..çok demeden gs da golü buldu..üst katı dijitürk stadyumu olan bilardo salonu yıkılıyordu..kameralardanda mehmet abi (bilardonun sahibi) holiganları tespit ediyordu..

dışarı çıktım heryerden silahlar sıkılıyordu..zaten kocatepe mahallesi küçük bir teksas kasabası gibiydi..karadenizli olanların muhakkak bi beylik tabancası vardı..fırsat bu fırsat diyip havayı dövüyorlardı tabancaları ile..havai fişekler felan ulan dedim bi yerime bişi olmadan eve gidebilirsem iyidir..fenerliler sus pustu gslıların suratında pis bi sırıtış vardı..spor programlarında son maçların yorumları sezondaki hatalar masaya yatırılmıştı; kaldırmaya çalışıyorlardı..ama öle bi yatmıştı ki kalkacak gibi gözükmüyordu..bende de hadi nen deyip gittim yattım..

sabah sabah karga boquyla temas etmemişken kalktım..hemde bi pazar sabahı..karşı komşu emine ablanın oğlunu uyandırdım..emine abla biz giderken oğluna..ulan murat anan kalp krizi geçiriyo deseler pazar günü geçirmesin dersin ama maaşallah maça gidiyorsun dedi.. :)))
maça gittik herkes bi kenarda yatıyordu işte fırsat bu dedim aldım topu sanki yanımda adamlar varmış gibi çalımlar atıyordum amacım herkesi çalımlayıp gol atmaktı..ayağım halı sahanın kıvrılan halısına gelmişti düştüm takla attım..etrafıma baktım kimse bana bakmıyordu..ii dedim kalktım bi kenara oturdum bende..rakibi beklemeye koyuldum..rakip geldi gitti..aradaki olayları anlatmak bile istemiyorum... :)))

eve geldim herkes yatıyordu..açtım interneti amacım kaçan uykumu getirecek bi ninni bulabilmekti..açtım lime wire ı tarattım ninni die..bi tane şarkı bulamadı..bende uyumaktan vazcaydım..güneş pencereden içeri dalıyor kendini iyiden iyiye hissettiriyordu..

dedim dışarı çıkayım bi gs lı gibi tüm fenerlilerle uğraşayım..günlük dostum sen hangi takımlıydın arada sormayı unuttum..
günlüğüm sivassporluydu (gönüllerin şampiyonu) ben bjk lıydım (bu sene de şampiyonluğu gaspedilen takım)..

1 mayıs ve sonrasına kısa bir özet...

sevgili günlük;

geçen akşam tv de bi şampuan reklamı seyrettim..elemanın saçları şampuanla saçlarını yıkayınca ahenkle halay çekiyordu..evet evet beyaz gelincik dizisinde asi evlat mustafadan bıçak sırtında karakteri defolu orhan'ın kardeşi mehmet'ten; mehmet günsurdan bahsediyorum..ben bu adamın gazına gelip saçlarımı hed end şoldırs marka şampuanla yıkadım..amacım sabah metro yolunda böle saçlarımı gere gere yürümekti..ama bu bendeki saç yerinde olması gereken şeyin ne biliiiim saç olmadığını...rüzgarda dalgalanacağına resmen benle dalga geçiyordu..

1 mayıs günü bu şekilde başladı..anlam veremediğim şekilde sakindi sokaklar..ulan bi olay olsada işe gitmesem derdindeydim..ama yoq bi tane işçi de çıkıp kalabalıklaşmıyordu..

hani zamanında kalabalıklar arasında sıkışıp kalmış biriyim o heyecanı yaşamışım tırsmışım..gene olsun da torunlarıma anlatacak anılarım olsun derdindeyim..ama işçiler hem ağlaşıp geçinemiyoruz derken eylemlerini taksimde yapma taraftarı idiler..aksaray ve eminönünde çıt çıkmıyordu..burdakiler sanki işçi değil köleydiler..hayır anlamadığım ameliyatla beyinlerimi alınmıştı burdaki işçilerin de eylem yerine çalışıyorlardı..

beleş gazete dağıtan adamlar yoktu yerinde..gün başladığı gibi çok silik geçmişti..eve geldim tv lerde dayak yiyen biber gazı sıkılan işçiler vardı..hem sevindim hem üzüldüm..

üzüldüm; orda dayak yiyenler işçi de sendika başkanları ney..onlar neden orda değiller emekçi kardeşleri yanında jop yemiyorlar die içimden geçirdim..zaten 1 mayıs zerre umrumda değildi benim için önemli olan tv de sevdiğim dizinin en heyecanlı bölümü bu akşamdı..

gece geç bi vakitti yattım..sabah yine istemeyerek de olsa uyandım..üzerimi hışımla giydim dışarı çıktım (sebebi yine geç kalmıştım) daha sokağa çıktığım gibi her taraf yüzüne bakmağa doyamacağın cillop gibi kızlarla doluydu.
ne oluyo lan dedim..sanırım ölücem ölmeden önceki iyilikler die düşündüm..

aman akşam olmasın die içimden çığlık attım..metroya gittim metrekareye en az 3 - 4 kız düşüyordu..nen dedim bu kızlar diğer altıgün nerdeler..metroda cama yaslanırken ulan dedim kendi kendime sapıkmısın olum sen..gözlem yapacam derken dürbünleri sadece kızlara çeviriyosun dedim kendi içimdeki adama..dedim bi çeki düzen ver kendine..bi adam ol..iki dakka insan ol dedim..dinlemedi tabi..

ya dinleseydi die korktum da hani..

ben bu keşmekeş içindeyken son durağa gelmiştim..

yirmi günlük yazı..

sevgili günlük;

sana yaklaşık yirmi gündür bi şeyler çiziktirmiyorum.. işim mi vardı? hayır!! tatile mi çıktım? gene hayır!!! peki neden yazmıyordum..sanırım aşırı sıcaklar yüzünden içimdeki yazma isteği de buharlaşıp gitmişti.. beyni alınmış öküsler gibi işime gidip geliyor bi günlük tuttuğum zerre aklıma gelmiyordu..neyse ki bi ara günlük tuttuğum aklıma geldi de bişiler yazayım dedim kendi kendime..

hafızamı şöyle bir search ettim ve bu yirmi günlük zaman dilimi içinde en önemli olay yaklaşık iki buçuk senedir görmediğim eski bi arkadaşımla buluşmuş olmamdı...

internette amaçsızca dolaşıyordum..can sıkıntım had safhaya hatta doruklara ulaşmıştı..facebookta eski arkadaşlarımı arıyor ama bir türlü istediklerimi bulamıyordum..bilinç altımda bi yerlere attığım bi arkadaşım aklıma düçar oldu..onun adını yazdım..birisini buldu...ulan dedim bu teknoloji yoksunu adam olamaz dedim..ama bi umut ekledim..evet oydu..bunun resimlerine yorumlar yapıyordum..bi tanesinde hacı dedim versene emesen adresini ordan muhabbet ederiz dedim..yoq veremem dedi öle herkese vermiyorum dedi..ağzıma ne geliyosa söledim bi sürü de günaha girdim ve yazı olarak cevaben ii lan sen bilirsin..sana sadece hiçbirşey demiyorum die de acaip bi devrik cümle kurdum..

aradan bi zaman geçti bu feysbukun çet kanalına da üye olmuş..add friend olan arkadaşlarımdan birisinin orda olduğunu bana haber verdi..baktım bu hi one..naber lan dedim..ii dedi..nasıl gidiyor dedim..ii dedi i3 le hala şarkı yapıyomusun dedim...aa ulan sen yoqsa felan dedi ve beni tanıdı..hacı dedi hemen emesen adresini ver dedi..sittir lan dedim..ben geçen istedim vermedin dedim..o da hacı seni bi başkası ile karıştırdım dedi..sen ver ben eklerim dedim..verdi hemen ekledim.. emesenden bi müddet muhabbet ettik..bi ton yalaklandı..ben tabi büyüklük bende kalsın dierekten (oysa benden bi yaşta büyük hani) affettim..dedim çık dışarı da bi yerde çay çorba içelim dedim..

bunların evinin oraya gidene kadar hayatımın geçmiş kısmı gözlerimin önünden bi şey şeridi gibi geçti.ney şeridiydi lan o..neyse..bunların evin oraya vardım..köşeden telefon açtım gel die..beş dakika kadar sonra aşşağıdan tinerci ve kapkaçcı karışımı birisi belirdi..yoq lan dedim bu o olamaz..benim rocker arkadaşım olamaz dedim..ama oydu..tanımaz die yanından teğet geçtim..geri döndüm baktım acaba tanıdı mı die..o da bana bakıyor..pis pis de sırıtıyordu..

bayrampaşa meydanda caminin hemen dibinde böle çardaklarla dolu bi çay bahçesi var oraya gittik..kaçak ırak mazotundan hallice iki çay içtik..bu bana bi zamanlar ortak bi arkadaşımız olan ismini vermek istemediğim ama isminin baş harfi sema kod adlı kara kedinin evlendiğini söyledi..hani bi bardağı alırsın..böleee şangııııırrrrrtttt die kırılır ya..hani parçalarını bi araya da getiremezsin hani..benim içimde de öle bişiler kırıldı..ağzımdan hadi ya die bi cümle çıktı..kısmet hacı dedim bana sen lazımsın felan gibi geyiksel cümleler kurdum..

sonra bunla geçmişi kurcalamaya başladık çırçır die bi arkadaşta takılıp kaldık..anlattıkça çay bahçesinde öküsler gibi gülüyorduk..çay bahçesindeki adamlardan birisi geldi..bilader çay da içmiyosunuz sittirin gidin lan dedi..kalktık..adam ardımızdan versenize lan içtiğiniz çayların parasını dedi..verdik ve çıktık..

hacı dedim gel sana bolulu hasan ustadan bi sütlaç ısmarlıyayım..bu yavşak gitti dondurma yedi..birazda orda neyle alakalı olduğunu hala hatırlamadığım ve ne muhabbeti de yaptığımızı bilmediğim şeyler konuştuk...dışarı çıktık şöle tur atarak bunun evinin oraya gidiyorduk..ben bişiler anlatıyordum ama bu sığır beni iplemiyordu bile..evlerinin yakınına gelince hacı dedi ben acaip yorgunum sonra muhabbet ederiz dedi..bende arkamı dönüp hadi ii akşamlar dierek ayrıldık...arkamıza ikimizde bakmıyorduk.. (ben arkamı dönmedim bu yavşağında da dönüp bakmayacağına adım kadar emin olduğum için bu kadar emin yazdım)..

yolda giderken bi zamanlar OT'S olan (orhan-tayfur-sema ) üçlemenin artık sema kod adlı insanın evliliği üzerine OT olarak yaşamına devam edeceğini tahayyül ettim..demekki saman alevi gibi geldiğimiz bu dünyaya OT olarak devam edecektik..

taa ki bi inek bizi yiyene kadar..